Atatürk ve Emperyalizme Karşı Savaş Dönemi

Düşüncelerinizi Özgür Bırakın
Cevapla
alp_urungu
Atatürk ve Emperyalizme Karşı Savaş Dönemi

Mesaj gönderen alp_urungu » 06 Kas 2006 18:34

Dış destekli bir gerilla örgütüyle savaş oldukça güçtür. Ancak Türk askeri ABD ve AB destekli PKK ile yaptıkları savaşta galip geldiler. Buna rağmen siyasilerin gaflet delalet ve ihanetleri nedeniyle bu zafer kendiliğinden yok edilmiş, PKK, DTP görüntüsü altında siyasallaşmış, PKK’nın görünmeyen yüzü olan Feodal Kürtçü yapı sahil şeritlerimizde ve büyük şehirlerimizde etkin hale gelmiştir.
Bu kirli oyunda bilhassa son 68 yıl içerisinde ülke yönetiminde yer alan siyasi parti üst yönetimlerinin, bütün sivil toplum kuruluşlarının, bürokrasinin, sermayenin ve basın kuruluşlarının payı vardır.
Hastalık bünyeyi sarsmıştır. Hastalığı teşhis için bünyenin sağlıklı halini, hastalığın safhalarını ve gelinen durumun ne olduğunu bilmek gerekir. Bu nedenle nereden nereye geldiğimizE özet olarak değinmekte yarar görüyorum.
0ATATÜRK VE EMPERYALİZME KARŞI SAVAŞ DÖNEMİ
Sevgili okurlar,
Tanzimat Fermanı’nın açıklanmasından bugüne kadar geçen 167 yıl içinde, Milli Egemenlikten alınan bir güçle Tam bağımsız olarak hareket edebildiğimiz tek dönem 1919-1938 arasıdır.
Bu dönemde Tam bağımsızlığı hedefleyen siyasi tavır, Batı’ya rağmen başarıya ulaştırılan, Milli kalkınma mücadelesi içinde meydana getirilmiştir.
1919’da dile getirilen, “Milleti milletin kendi azim ve kararlılığı kurtaracaktır” anlayışı; ülkenin askeri işgalden kurtarılmasıyla sınırlı olmayan geniş kapsamlı Vatansever bir dünya görüşüdür. Kendine ve halkına güveni esas alan, her türlü dış etkiye karşı koyan ve hiçbir koşulda tam bağımsızlıktan ödün vermeyen bu görüş Atatürkçü bakış açısının özüdür.
Atatürk yaptığı devrimle, Türk milletini diriltmiş, yeniden ayağa kaldırmıştır. Türk’ün adıyla yeniden devletini kurmuş, dilde Türkçe’ye dönüşü sağlamış, Türk tarihini zirveye çıkarmış, ancak milletleşme projesini tamamlayamadan ebediyete intikal etmiştir.
Türk devrimi Türkçe’ye, Türk’ün tarihine, Türk’ün kültürüne, Türk’ün sanatına, hülasa Türk Milletinin her türlü milli varlığına, milliyetine, özüne dönüştür.
Batı’nın içimizdeki uşakları Atatürk böyle istedi diyerek Batı’nın sömürgeci anlayışını Türk milletine pazarlanmaktadırlar.
Halbuki Atatürk’ ün Avrupa ile ilgili olarak ifade ettiği sözler Batı’ya bakış açısının en güzel örneklerinden birisidir:
“Avrupa ile Türkiye birbirine karşı durumdadır. Bizi aşağı olmaya mahkum bir halk olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için, ne yapmak lazımsa yapmıştır.”[1]
“Batıcılık Atatürkçülüktür” diyenlerin kim olduğunu incelediğinizde karşınıza Batı’nın içimizdeki işbirlikçisi konumundaki sermaye çevreleri, Milliyetçilik yapıyormuş gibi görünerek Türk milletini esarete mahkum etmek isteyen Milliyetsizler, taktıkları din maskesi ile Türk çocuklarını milletine milliyetine düşman etmek isteyen vatan hainleri çıkıyor.
Halbuki Atatürk Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen çok uluslu şirketlere, sözde Milliyetçi görünen mandacı ve işbirlikçilere, bölücülere, din tacirlerine hülasa bu gün sahnede Türk Milleti aleyhine boy gösteren bütün taifeye karşı savaşmıştı.
Atatürk’ün İstiklal savaşına başlarken ortaya koyduğu tavır, emperyalizme karşı şerefli bir duruş ve direniştir. Meclisteki konuşmalarını, döneme damgasını vuran yayınları incelediğinizde yapılan mücadelenin emperyalizmi ve onun yerli uşaklarını tasfiye etmek olduğunu görürsünüz.
İstiklal Savaşı adı üzerinde Tam Bağımsızlığımıza kazanma mücadelesidir. Bu savaşın sonunda kapitülasyonları yırtıp atan Lozan Antlaşması, Türkiye’yi Sevr’den bağımsızlığa taşıyan bir belge olmuştur.




ATATÜRK MİLLİ DEVLETİ KURMAYA KARAR VERİDĞİNDE NE DURUMDAYDIK?

1. Dünya savaşına girildiği yıllarda Anadolu ve Rumeli de bu günkü sınırlar içerisinde kalan - yaşayan nüfusumuz 12 milyon civarındaydı. Birinci dünya savaşı sonunda bu rakam 8 milyona indi. Bu nüfusu da meydana getirenler genelde yaşlılar, çocuklar, kadınlar ve sakatlardı. Nitekim 10. Yıl marşında “10 Yılda 10 Milyon genç yarattık her yaştan ” sözleri bu nüfus eksikliğinin genç nüfusla giderilmesi sonucu Türk milletinde duyulan büyük bir mutluluğun çığlığı gibiydi.[2]
1905-1918 yılları arasında sadece Yemende kaybedilen asker sayımız resmi rakamlarla 1,5 Milyonun üzerindeydi. Bu rakama Arap yarımadasında Suriye de Irakta ve diğer Arap topraklarında karınlarında altın aranan ve Arap çeteleri tarafından kalleşçe arkadan hançerlenerek şehit edilen Mehmetçikler dahil değildir. Atatürk’ü eleştiren yazılarıyla tanınan “Bozkurt” yazarı H.C. Armstrong “Türkiye Nasıl Doğdu” isimli kitabının esaret yıllarında geçen bölümünde Arapların Türklere karşı takınılan tavırları ve yapılan eylemleri şöyle anlatır: “Ara sıra Türk askerleri geçiyor ve Bağdat’a gidiyorlardı. Araplar bunlara dikkat ediyor ve fırsatı buldukça onları öldürüyor veya soyuyorlardı. Bunun için yolda bir çok Türk askerinin cesedine rast gelmiştik. Bunlar yol üzerinde boğazı kesik bırakılmışlardı. Bu zavallıları Anadolu’daki karıları hevesle bekliyor, onlardan bir haber almak için çırpınıyorlardı. Kendilerine az yemek verilen, kötü yönetilen, perişan elbiseler giydirilen bu Türk askerlerinin serbestliği, bizim esaretimiz derecesinde kötüydü”[3]
İşte Türk nüfusu birde böyle eridi gitti.
Nitekim Atatürk İzmir de Halkla yaptığı bir açık oturumunda nüfusumuzun azlığından yakınıyor ve şöyle diyordu:
“Bir kere insan bulmak lazımdır. Biliyorsunuz ki bizim memleketimiz Almanya’dan iki kere büyüktür. Almanya’nın iki mislidir. Halbuki Almanya’nın belki, 70-80 milyon nüfusu vardır. Bizim 8 milyon nüfuzumuz vardır. 80 milyon nüfusa malik olan bir memleketin iki mislinde 8 milyon nüfus vardır (yaklaşık). O halde bu koskoca memleketi bu 8 milyon işleyemez, işletemez..”[4]
Atatürk devamla memleketin yolu olmadığından bu nedenle Konya’daki Köylünün buğdayını İzmir’e satamadığından ve İzmir deki vatandaşında Yılda 1,5 Milyon lira vererek ihtiyacı olan buğdayı Amerika dan aldığından bahseder.[5]
1923 de Lozan görüşmelerinin kesintiye uğramasını fırsat bilerek [6] Emperyalizme karşı koyduğu tavrı milli bir tavır olarak şekillendirmek her il ve ilçeden 7-8 delegenin katılımını sağlamak suretiyle toplanmasını sağladığı İzmir İktisat Kongresindeki[7] konuşmasında şunları söylüyordu:
“Filhakika mazide ve bilhassa Tanzimat devrinden sonra, ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir mevkie malik oldu. Ve ilmi manasiyle denebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye dahi buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptıramaz.” [8]
Atatürk bu sözleri ile Lozan’da Emperyalist devletlere karşı koyduğu tavrı daha keskin çizgilerle, hem de halkın desteğiyle milli bir tavır haline getirerek Emperyalizme karşı şerefli bir duruşun nasıl sergileneceğinin örneğini vermiştir.
Atatürk’ün kurduğu Tam bağımsız Milli devlet büyük ölçüde bağımlı hale getirilmiştir.
Türkiye’yi tek taraflı bağlayan yeni kapitülasyon anlaşmaları yapılmakta, Tam Bağımsızlığımıza ve üniter yapımıza zarar vereceği – verdiği aşikar olan uyum yasaları, ikiz sözleşmeler, Sevr yolunda üst üste alınan meclis kararları, mütareke medyası tarafından “Zafer” manşetleri ile ilan edilerek aziz milletimiz kandırılmaktadır.
Atatürk Batı’yla kurulan ilişkilerde hep ölçülü davranmış ve onunla bağımlılık doğuracak hiç bir ilişkiye girmemiştir. 1919 yılında Batı’nın manda ve himayesini kabul etmek isteyenler için; “Ahmaklar memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar”[9] diyerek manda önerilerini kesin bir biçimde reddediyordu.
“İstiklal-i tam, bizin bugün deruhte ettiğimiz vazifenin ruhu aslisidir.” Diyen Büyük önder politikada, ekonomide, kültürde, maliyede, dilde, dinde, sanayi ve ticarette tam bağımsızlığı gerekli görür; “İstiklali tam (Tam bağımsızlık) denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi (kültürel) ve ilah (diğer), her hususta istiklali tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin manayi hakikisiyle bütün istiklalin mahrumiyeti demektir.” [10]
Atatürk “Siyasi iktisadi kültürel ve diğer saydıklarımın herhangi birinde Tam Bağımsızlıktan mahrumiyet tam bağımsızlığımızı yitirdiğimiz anlamına gelir” diyordu. Ancak bu gün Atatürk’ün bu saydıklarının hiç birisinde Tam bağımsız değiliz. Üstelik bir müstemleke ülkesi tarzıyla Batı’nın dikte ve talimatlarına göre hareket ediyoruz.
Büyük Önder, “Filhakika bir devlet ki, kendi tebeasına vazettiği vergiyi ecnebilere vazedemez gümrük muamelatını,rusumunu memleketin ve milletin ihtiyacına göre tanzim etmekten mahrumdur. Ve bir devlet ki, ecnebiler üzerinde hakkı kazasını tatbikten mahrumdur. Böyle bir devlete bittabi müstakil denilemez.” Diyordu.
Halbuki geldiğimiz yerde bırakalım Türkiye’nin yabancılar üzerinde haklarını istediği gibi tatbik edecek gücünü, Türkiye’yi yönetenler göstermelik biri iki tavır dışında, Batı’nın istek ve arzularına göre iş yapar vaziyettedir.
“Tütün dikemezsin!” diyorlar dikemiyoruz.
"Pancar ekemezsin!” diyorlar ekemiyoruz.
“On beş günde şu on beş yasayı çıkar!” diyorlar çıkarıyoruz.
Her yıl para banka faiz ve diğer sömürü kanalları ile Uluslar arası şirketlerin kasasına 200 Milyar dolar para veriyoruz..Bu nedenle millet olarak belimizi doğrultamıyoruz.
Bu nedenle vatandaşlarımız gece gündüz çalışıyorlar ancak bir adım ileri gidemiyorlar. Halbuki işbirlikçi güruh koşarak ilerliyor, Emperyal güçler servetlerine servet katıyor.
Neden?
Çünkü Emperyalizme teslim olduk. Nasıl kanserli bir hastanın son dönemlerinde damarlarındaki kanın her zerresinde veya vücudun her hücresinde kanser oluşursa Emperyalizm denen hastalık iliklerimize kadar sirayet etmiş, kanımızı emmekte, canımızı bedenimizden yavaş yavaş ayırmaya devam etmektedir.




ATATÜRK NE DİYORDU?

Atatürk, “Ulusal egemenliğe dayanan Tam Bağımsız Milli Devlet”i kurmuştur. Türkiye kalkınmış, Türk milleti zenginleşmiş, ülkemiz muasır medeniyet çizgisini yakalaşmıştır. “Kemalizm” olarakta adlandırılan bu model uluslar arası emperyalizmin yani bütün şer güçlerin kumandasında oturan merkezi hareketin karşı olduğu bir modeldir.
Kapitalizm ve küreselleşmenin hedefi dünyadaki “Milli devletleri” yok ederek yerine farklı dillerin, farklı kültürlerin türetildiği Irak örneğinde olduğu gibi karmaşanın ve çözümsüzlüğün hakim olduğu, kan ve göz yaşının aktığı, bombaların patladığı insanların öldürüldüğü bir yapı oluşturmaktır.
Bakın Atatürk Konya Türk Ocağında Gençlerle yaptığı konuşmada Türkiye’nin parçalanmasıyla ilgili meydana gelen hadiseleri anlattıktan sonra bir anlamda Emperyalist Batı’yı kastederek şunları söylüyor :
“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef’al ve harekatımızla gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikarıdır.
Mevcudiyeti Milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi, (Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
‘TÜRKÜM VE DÜŞMANIM SANA, KALSAM DA BİR KİŞİ!’
diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikatı ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, istikbalimize yan bakan her ferdi düşman telakki ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili derhal devirdiğimiz gün, halası hakikiye vasıl olacağız”.[11]
Atatürk Türk düşmanlarına, milletin birliğine bütünlüğünü yıkmaya çalışanlara Türkiye’yi parçalamaya yönelik çalışma yapan Batı’ya “TÜRKÜM VE DÜŞMANIM SANA, KALSAM DA BİR KİŞİ!” diyelim diyor. Ancak hainler Büyük Önder’in sözlerini çarpıtarak Uluslar arası şirketlerin, ABD’nin, Avrupa Birliğinin emir ve direktiflerini yerine getirmekle “Atatürk’ün hedeflerini gerçekleştirdik” diyorlar!!!
1921 yılında, silah ihtiyacının üst düzeye çıktığı savaş günlerde şunları söylüyordu: “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek, diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.”[12]
Bu gün AB’ye Türk Egemenliğini devredecekler Atatürk’ün 1923 yılında hakkın rahmetine kavuşan annesinin mezarı başında neler söylediğini bir hatırlasınlar: “Validem bu toprağın altında, fakat hakimiyeti milliye ilelebet devam edecektir. Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminimi tekrar edeyim. Validemin medfeni önünde ve Allah’ın huzurunda aht ve peyman ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tesbit ettiği hakimiyetin muhafaza ve müdafaası için icabederse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Hakimiyeti milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”[13]
Atatürk Milletin Egemenliği yolunda Annesinin yanına gitmekte bir an bile tereddüt etmeyeceğini söylüyor ancak milletin egemenliğini Emperyalistlere peşkeş çekenler utanmadan Atatürk’ten bahsediyorlar!!!
Atatürk yaşadığı tecrübeler ve tarih bilgisinin ışığında bu günün sanki bir fotoğrafını çekiyor ve içimizdeki vatan hainlerinin neler yapacaklarını daha o günlerde görerek gerekli ikazı yapıyor ve şunları söylüyor:
“Paramızı, hayatımızı harici düşmanların tasallutundan (etki ve saldırısından) kurtarmak, bu memleketin harici düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lazımsa, aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir teyakkuzla (Uyanıklılıkla) dahili düşmanlara, dahildeki muzir (zararlı) adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareketlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. Biz ancak bu gayretle, bu intibahla çalışarak muvaffak olacağız. Bütün dünya Türkiye’nin mevcudiyeti muhteremesine gıpta edecek(Saygın varlığına özenecek )ve milletimize layık ve müstahak olduğu yüksek mevkii ayıracaktır.”[14]
Halbuki Atatürk Batı’ya hiçbir konuda taviz vermemiş Hatay meselesi nedeniyle ölüm döşeğinde dahi Batı ile kanlı bıçaklı bir vaziyete gelmiştir.
Atatürk Osmanlı’nın borçlarını üstlenmiş, yabancılara ait tesisleri, toprakları geri alarak devletleştirmiş sıfırın çok altında başlayan bir durumdan dünyanın hayranlık duyduğu saygın ve zengin bir ulus meydana getirmiştir.
İngilizlerin ünlü gazetesi The Times’ın 1938’deki, yani 65 yıl önceki bir Pazar ilavesinde çıkan “Yeni Türkiye” başlıklı yazısında şunları yazıyordu :
“Avrupa’nın Hasta Adamı’nı birkaç yılda ilerici, modern bir ülkeye ve Balkan Yarımadası’nda, Doğu Akdeniz’de ve Batı Asya’da bir barış ve istikrar abidesine dönüştüren ihtilal (Anadolu İhtilali) gibi sürpriz değişimlere tarihte çok az rastlanmıştır.
“Birinci Dünya Savaşı öncesi Türkiye’nin zayıflığı, uluslar arası politikada duyulan rahatsızlıkların verimli bir kaynağını teşkil ediyordu. Ülkenin içindeki ayaklanmalar ve baskı olayları, her zaman iştihası kabarık olan dış güçlere müdahale fırsatı vermiş oluyordu. Komşuları, Türkiye’nin sonunu beklerken, çöküntüden pay kapmayı ve zengin mirasını paylaşmayı umuyorlardı. inansal rakipler arasında şiddetli siyasi kıskançlıklar vardı. İstanbul, ülkenin doğal kaynaklarını istismar etmek için rüşvet ve siyasi baskılar kullanan ve Türkiye’nin çıkarlarını hiçe sayan yabancı imtiyaz aracıları arasında adeta bir savaş arenasına dönmüştü.
Bugün Türkiye herkesin saygısını kazanmıştır. Artık hiçbir yabancı, Türkiye’nin içişlerine karışmayı aklının ucuna bile getirmiyor. Komşular, bırakın Türkiye’ye kötülük yapmayı, onunla iyi geçinmek ve ortak çıkarlar doğrultusunda Türkiye ile işbirliği yapabilmek istiyorlar.
Yabancı finans çevreleri; yeni Türkiye’nin herhangi bir projeyi, ancak ülkenin çıkarları ve iktisadi bağımsızlık doğrultusunda olduğu taktirde görüşebileceğini artık öğrenmiş bulunuyor.
Kemal Atatürk’ün zaferleri, Lozan Antlaşması ile 1923’te tescil edilmiş ve tanınmış oldu. O tarihten beri onun kurduğu Cumhuriyet, bir diplomatik başarıdan bir yenisine uzandı. Balkan Paktı’nın oluşumu, Bir Asya Paktı olan Sadabat Paktı, Montreaux Konferansı, İngiltere ile finansal anlaşma ve Fransa ile İskenderun Sancağı ile ilgili barışçıl anlaşma Bu değişimi herkes bilmektedir.”[15]
İşte Atatürk’ün bize emanet ettiği sağlıklı yapı budur. Tam bağımsız bir milli devlet, bu devletin ve milletin evladı olmanın onurunu taşıyan yeni bir nesil..
Bu satırların yazarı olarak biz İstiklal savaşını yapan insanların ellerinde büyüdük. Onlar bize Tam bağımsız bir ülke bırakmanın haklı gururunu taşırken evlatları olanlar ise Atatürk nesli olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı.
Biz ise Emperyalizmin uşakları ile mücadele ederek bir ömür geçirdik.
TESLİMİYET DÖNEMİ
Büyük Önder Atatürk’ün öldüğü günden başlayarak Enderuni, Dönme ve Devşirmelerin -bu günlerde yönetimde etkin konumda bulunan - azınlıkçılarla bir aşiret olgusuyla birleşerek meydana getirdikleri yapı kısa bir süre sonra siyasi partilerde, sivil toplum kuruluşlarında, bürokrasi de sermayede, etkin hale gelmiş, bunun neticesinde Atatürk’ün İstiklal savaşı ile elde ettiği kazanımlar feda edilmek suretiyle, Tanzimat zihniyetine dönülmüş, ABD ile yapılan ikili anlaşmalar, İMF, NATO, Dünya Bankası, DTÖ, BM kıskacına giren Türkiye, borçlandırılmış, ülkemiz askeri ve sivil bakımdan dış güçlerin denetimi altına sokulmuş, Milli projeler tersine çevrilerek, bu yapılan karşı devrim sanki Atatürk’ün düşünceleri ve idealleriymiş gibi milletimiz aldatılmıştır.
68 Yıldır Türk Milleti aleyhine alınan işbirlikçi kararlar milletimize zafer diye yutturulmuş, Türkiye Osmanlı devletinin yıkılmasına sebep teşkil eden hadiselere maruz bırakılmıştır.
Karşı devrimin ilk mimarı İsmet İnönü bile Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu durumdan üzüntü duymuş olmalı ki 1963 yılında Başbakanken şunları söylüyordu. “Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar .yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu, iğfal etmeye çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurdan önce, sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan’da esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize yapılmak istenen müdahale yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vaat ederler. İmzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir; teçhizatı gelmiştir; üsleri gelmiştir. Ondan sona sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayınız ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez...”
İsmet İnönü’nün sözünü ettiği yabancı “uzmanların” Türkiye de yerleşmedikleri özel ya da kamusal kuruluş kalmamış gibidir. İnönü’nün bu sözleri söylediği günden 12 yıl sonra 1975 yılında, ABD, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID) Türkiye’deki çalışmalarının verimini belirlemek için bir uzman yolladı. Richard Podol adlı “uzman” Washington’a gönderdiği raporda şunları yazıyordu: “Türkiye’de önemli mevkilerde Amerikan eğitim görmemiş bir Türk’ün bulunduğu bakanlık ya da iktisadi devlet kuruluşu (KİT) hemen hemen kalmamıştır. Müsteşarlık ve genel müdürlük mevkilerinden de daha yüksek görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenmektedir. AID bütün çabalarını bu guruba yöneltmelidir.” AID’nin bu guruba yönelttiği çabaların özellikle Özal döneminden sonra ne düzeye vardığını artık herkes biliyor. Bu ülke, Almanya’daki din görevlilerinin maaşlarını Suudi sermayesine ödeten Cumhurbaşkanları, ABD’nden devletin üst kademelerine “Türk” prensler ithal eden başbakanları ve komşu ülkelerde darbe yaptırmaya kalkışan parti liderleri gördü.




BU GÜN

Sevgili okurlar,
Bu günkü geldiğimiz noktada Türkiye’nin yönetiminde etkin sivil toplum kuruluşları, sivil inisiyatif içerisindeki siyasi partilerin üst yönetimleri, Medya kuruluşları, sermaye, bürokrasi büyük ölçüde gayri Türklerin elinde veya kontrolünde olup Emperyalistlerle birlikte hareket eder hale gelinmiştir.
Nitekim, Sayın Başbakan’ın Bizzat Diyarbakır’a giderek ilan ettiği "Kürt sorunu" dediği şey PKK’nın yıllardır silah zoruyla dayattığı bir söylemdir! Bu söylemi kullanmak, Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik birimlerini devre dışı bırakarak siyasi tavizle terörü sonlandırmak isteyenlere siyaseten teslim olmaktır. Nitekim bu tavizlerin verilmesiyle iş bitmemiş yeni talepler ve dayatmalar gündeme gelmiştir.
Kürt Sorunu söyleminin arkasında Kürtçü feodal yapının Türkiye’yi işgal planı vardır. Kürtçü feodal yapıyı destekleyen güç uluslar arası şirketlerin Türkiye’yi çözmede ve baskı meydana getirmede araç olarak kullandığı ABD ve AB gibi sözde dost ve müttefik devletlerdir.
Kürtçü feodal yapı ve PKK’nın talepleri Emperyalizmin Türkiye’ye olan dayatmalarının bir tezahürüdür.
30.000 kişinin katili Apo “Demokratik Cumhuriyet veya Demokratikleşme” diyor Hükümet bunu bunu en yetkili ağızdan telaffuz ediyor. Demokratikleşmeden kasıt yerel etnik partilere izin verilmesi midir? Üniter devletten vaz geçerek Türkiye’nin bölünüp parçalanmasımıdır? Hayırdır bilmediğimiz bir savaş mı kaybettik?
Ne oldu Türkiye böyle bir batağın ağzına geldi?
İşin üzücü yanı bu tip sorunlar bizzat hükümetler tarafından üretilmektedir.
Kürt olmanın neredeyse bir imtiyaz haline geldiği günümüzde Kürtler hangi elde edemedikleri hakları arıyor?
PKK BİR MAŞADIR
Türkiye’yi yönetenler PKK hadisesini de okuyamamışlardır. PKK bölücü bir hareket değildir. PKK oldukça küçük bir maşadır.
Türkiye ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla başlayan Emperyal işgal hareketinin dışında yeni bir işgal hareketi ile karşı karşıyadır.
Maruz kaldığımız terör Kandil dağında 3000-5000 kişi ile bekleyen PKK vakasının çok ilerisindedir.
Terörü destekleyen güçler terörden istifade edenlerdir. Bunların içinde en etkin olan gurup siyasilerle işbirliği içerisinde olan ve yerden ot biter gibi biten yeni zengin zümresidir.
Bunlar kaçak mazotlarla Petrol şirketleri kurmakta, Otobüs filoları kurarak eroin ticareti yapmaktadır.
En geride olanlar bile Koç’tan aldıkları 600 Litrelik mazot taşıyan kamyonlarla her gün milyarlarca para kazanarak işe başlamakta, bunlarda kısa bir süre sonra yeni zümrenin ortakları olmaktadır.
Türkiye’nin yeni sahipleri bunlardır. Ve bunlar sahil şeritlerinin, caddelerin, sokakların, işyerlerinin yeni sahipleridir. Bunlar PKK hareketinin ve şehirlerde devam eden eylemlerin finansörleridir. Bunlar aynı zamanda doğuda ve Güney Doğudaki “Feodal Güçler”dir.
Bunlar Terör olgusundan geçimini sağlayan vampirlerdir. Yaptıkları kirli işler ve ABD tarafından kendilerine verilen karşılıksız paralar nedeniyle bir yandan büyük şirketlerin ve mülklerin yeni sahipleri olurken diğer taraftan tefecilik yaparak büyük paralara sahip olmakta Türklerin elindeki ve avucundakini almaktadırlar.
Mecliste sadece Güneydoğulu milletvekilleri değil, bir iki defa yer değiştirdikten sonra yeni isimleri ve Anadolu’nun eşrafı konumuyla 1960lı yıllarda tekrar sahneye çıkan gizli Ermenilerle, Cumhuriyetin ilk yıllarında orta ve Batı Anadolu’ya gelmiş Kürt asıllı milletvekilleri vardır. Genelde Meclise gelenler bunlardır.
Bunlar Güneydoğulu milletvekilleri ile birlikte hareket etmektedir.
Yeni zengin zümresinin işbirliği içerisinde bulunduğu siyasiler bunlardır.
Durum böyle olunca Türkler Siyasette ve diğer konularda etkinlik içerisinde olamamaktadır.
Ne yazık ki Atatürk’ün ölümüyle birlikte yönetimi ele geçiren Dönme devşirme ve azınlık şuuruna sahip tepelerdeki zümrenin Kürtçülerle ortaklaşa yürüttüğü açık bir saldırı ile karşı karşıyayız ve milli şuur sahibi Türk çocukları baskı altına alınmış durumdadır.
Bu ülkenin asli sahibi olan Türklerin nüfusu %90’ın üzerindedir ancak meclisteki temsili %20’nin altındadır.
MERSİN ÖRNEĞİ
Size teşkilatımızın faaliyetleri nedeniyle yakından ilgilendiğim bir Mersin Örneğinden bahsetmek istiyorum.
Mersin’in asıl yerlilerinin durumu acıların acısı bir dramdır.
Son altı yıldır sanki kasten uygulanıyormuş gibi bir görünüm arz eden politikalar nedeniyle Mersin’li iki milyon Türk’ün sermayesi kalmamıştır.
Mallarını satacakları kanallar işgal altındadır. Mersin’li üretici malını üçte bir fiyata ancak satabilmekte parasını ise tahsil etmekte sıkıntı yaşamaktadır. Taciz ve tehdit altındadır.Sayın Özdemir İnce’nin Hürriyet Gazetesinde tarihli yazısında da belirttiği gibi Mersinli bir köylünün PKK’nın uşaklarının müsaadesi olmadan bir tutum ot bile satması mümkün değildir. Vatandaşlarımız, esnafımız, çiftçimiz, köylümüz maruz kaldığı tehdit baskı ve çeşitli entrikalarla evlerini, bahçelerini, arazilerini, PKK’nın maşalarına satmak zorunda kalmaktadır.
Vatandaş o kadar sindirilmiştir ki derdini anlatacak bir yol bulamamaktadır.
Neticede son beş on yılda Mersin’in yarıdan fazlası Kürtçü feodal güçlerin eline geçmiştir.
Türkiye alçakça bir saldırı ile karşı karşıyadır.
Bu saldırının olabilmesi için ilk önce Türk çocuklarının ellerinde ki mallar alınacak sonra malsız, mülksüz, parasız, pulsuz, güçsüz olan Türk evlatlarının üzerine PKK saldırtılarak Türk soykırımı yaptırılacaktır.
Malını satıp gitmeyenler ise tehdit ve baskı ile karşı karşıya kalmaktadır.
Mersinliler, Mersin’den tasfiye edilmektedir.
Plân budur ve sıfır hata ile yürümektedir.
Biz bu oyunu bozmak için Vatandaşlarımızın mallarını satmamaları için yoğun bir çalışmaya girdik. Önce tamamıyla fakirleştirilmiş köylüler arasında birlik ve ekonomik dayanışma tesis ettik. Şimdi de ürünlerini satmak için yeni Pazarlar bulma gayreti içerisindeyiz.
Bundan 6 ay önce Mersin deki Emlakçılarda oturdum ve Türk çocuklarının ellerinden PKK’lılarca malların nasıl gasp edildiğini parası biten PKK’lının “DUR BAŞKENTTEN PARA GETİREYİM” diyerek Diyarbakır’a gidip bir bavul dolusu para ile nasıl döndüğünü gözlerimle gördüm. Mersin’de pilot alanlar seçilmekte, bazı yerlere polis bile girmekte zorluk yaşamaktadır. Mersin’de vatandaşlar mallarını zorbaların baskısı ile satmak zorunda kalmakta, malını satmayan kişiler PKK’ya bağlı gasp çetelerince dövülmekte veya öldürülmektedir.
Bu durum basit inzibati bir vaka olarak dahi basına intikal etmemekte, bir şekilde ört bas edilerek kamuoyundan gizlenmektedir.
PKK’yı maşa olarak kullanan feodal güçler Mersin’deki evleri satın alarak köylerin bile tasfiyesiyle uğraşırken, Mersinli vatanseverlerin derdini anlatacağı milletvekilleri bile genelde Doğu kökenli ve Mersin dışındandır. İçlerinde PKK’nın sözcülüğünü üstlenenler bile vardır.


Mersin’de Emperyal Büyük Britanya imparatorluğunun gerçekleştirmeye gücünün yetmediği 1909 Kürt – Peşmerge planı bizzat ABD ve PKK eliyle oynanmakta bize bu ithamları yapanlarda bu planın gerçekleşmesi için aynı kanallardan beslenmektedir.




Bu gün Güneydoğudaki zenginlik çoğu yerlerde Batı’yı geçmişken neden halen Batı’ya göç sürmektedir. Çünkü terör toplumsal bir boyut kazanmış ufacık kız çocukları bile 10-12 çocuk doğurmaya göre programlanmıştır.




Bir bütün olarak hareket edilmekte Türkiye adım adım işgal edilmektedir.




Göç hadiseleri işgal projesinin bir yöntemi olarak kullanılmaktadır.




1-Güney doğulu aileler neden Mersin’e göç etmişler göç edenler acaba samimiyetle iş bulmak için mi geliyor yoksa Mersin’den Türkleri tasfiye ederek Mersin’i ikinci bir Diyarbakır yapmak için mi geliyor?




2- Mağaralarda ve ağaların zulmünde kaldıkları masalını anlatan bu kişiler apartmanları, fabrikaları, caddeleri sokakları arazileri daha doğrusu Mersin’in dörtte üçünü satın alacak parayı nereden buluyorlar?.




Belki mesnetsiz bir iddia gelebilir ancak bizim oldukça emin kaynaklardan öğrendiğimiz ve bu yıl Mersin’in satın alınması için bir takım kirli ellere ABD tarafından emanet edilen para bazılarına göre 5 bazılarına göre 7-8 Milyar dolardır.




Plân yürümektedir ve plânın taşeronları Türk Milletinin karşı karşıya kaldığı bu vahim hadiseyi sanki “sosyoekonomik” bir vaka varmış gibi göstererek milleti aldatmaya çalışmaktadır.




Basında Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in PKK’lılara şehit diyecek ve sanki ayrı bir devletin başkanıymış gibi konuşurken neden cesaret aldığı tartışılıyor!




Bunlar devleti yönetenlerin ve bizim gibi gerçek vatanseverlerin aczinden ve karşı karşıya kalınan tehlikenin iyi okunamamasından cesaret alıyorlar.




Bunlar dün devletin karşısındaydı ancak bu gün mevcut sistemden vatanseverlerin hiçbir dönemde elde edemeyecekleri imkanları elde etmektedirler.




Bunlar kabul etsekte etmesekte artık Türkiye’deki bir takım imkanların ve sermayenin yeni sahipleridir. Caddelerin sokakların apartmanların, sahil şeritlerinin, siyasetin yeni sahipleri artık bunlardır.




Bu nedenle bir yerlerden güç almaya ihtiyaçları yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devletini idare edenlerin gaflet dalalet ve hıyaneti bunları feodal bir güç haline getirmiştir. Bu güçlendirme hızla devam etmektedir.








KÜRT SORUNU DENİLEN ŞEYİN ARKASINDA YATAN GERÇEK!








PKK’ya “Bölücü örgüt” deniyor. Halbuki hiçbir HADEP’li veya PKK’lı Türkiye’yi bölmekten söz etmiyor. Masum istekleri var oda şu: “Anayasa’da ‘Türk’ yazan her yere ‘Türk-Kürt’ yazalım Türkiye Cumhuriyeti Devletinden ‘Türk adı kaldırılsın bu Cumhuriyetin adı ‘Demokratik Cumhuriyet’ olsun.” Dedikleri bu!




Halbuki bu masum görünen isteklerin arkasında Türklerin yönetimden dışlandığı, dış destekli bir iç savaş ve Türk soykırımı ile ve Türkiye’nin tamamını kapsayan bir Kürt devleti kurma isteği vardır.




Amaç Türkiye’yi bölmek değil önce Kürtçü feodal yapının yönetici ve hakim sınıf olarak söz sahibi bulunduğu, etnisiteye bağlı yeni bir yönetim biçimi oluşturmak PKK ve sempatizanlarını Türklere saldırtarak yeni bir iç savaş ve dış müdahale ortamı oluşturmaktır. Amaç Türk soykırımıdır. ABD yönetimindeki Neoconlar tarafından hazırlanan 21. Yüzyılın inşası projesinin asıl amacı budur.




Bu proje kapsamında Kürtçü Feodal yapıya para pompalanmakta, Vatanseverler mallarını bunlara satmak zorunda bırakılmaktadır.




Böylece Türkiye Türklerin elinden alınmakta, Türk çocukları fakirlik içine itilmektedir.




Vatandaşlarımız, esnafımız, çiftçimiz, köylümüz maruz kaldığı tehdit, baskı ve çeşitli entrikalarla evlerini, bahçelerini, arazilerini, PKK’nın maşalarına satmak zorunda kalmakta koca koca şehirler el değiştirmektedir.




Türklük, Milliyetçilik, Ulusalcılık veya İslamcılık adına politika yürüttüğünü iddia edenlerin, Kürtçü feodal yapılanmanın Mersin’de, Antalya’da, Sahil şeritlerinde, İstanbul’da, hatta Türkiye’nin her tarafında Türk çocuklarının ellerindeki malları çeşitli hile ve çeşitli baskılarla nasıl satın aldıklarını ve almaya devam ettiklerini, bunu yapanların bu paraları nasıl bulduğunu, bu eylemlerin arkasında hangi siyasilerin bulunduğunu, Türk milletine açıklamak mecburiyetleri vardır.




Ancak açıklayamazlar. Çünkü bu yapı Atatürk’ün ölümünden bu yana sistemli bir şekilde Siyasi partilerin üst yönetimlerine taşınmış vaziyettedir. Birinci adamı değilse bile ikinci üçüncü adamları bu yapının köşe taşlarıdır.




Bu yapı dış dayatmanın boyutlarını Türk milletinden gizlemektedir. Özellikle Uluslar arası şirketlerin, AB’nin, ABD'nin teröre verdiği desteğin gerçek boyutları hükümetler tarafından gizlenmekte insanlarımız PKK maşası seyrettirilerek aldatılmaktadır.




Halbuki asıl güç arkadadır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkma özlemi olanlarda tepelerde yerlerini almış vaziyetteler. Sayın Başbakan’ın etrafında bile çöreklenmiş İmralı şeyhi ile aynı düşüncelere sahip bir kadro bulunmakta, Türkiye tehlikeli bir yola doğru sürüklenmektedir. Ancak mevcut yapıya alternatif olarak getirilmek istenilen siyasi partinin teşkilatlandırma başkanı bile Kürtçü feodal yapının adamıdır. Bu partinin yıllardır görevi Türk çocuklarını milliyetsizleştirmekten başka bir şey olmamıştır.




Hükümetin DTP’yi muhatap alarak masaya daveti PKK’yı masaya davetten başka bir şey değildir.




Sayın Başbakan bu Kürt kadroların tesiriyle Anayasaya bile ters düşmekte Türklük kavramını “Etnik unsur” zemine kaydırmaktadır. Oysa, Türk bu topraklarda yaşayan milletin
taner ünal ın yazsıdır alıntıdır


Piremerd
Üstteğmen
Üstteğmen
Mesajlar:413
Kayıt:07 Kas 2006 13:36

Mesaj gönderen Piremerd » 13 Kas 2006 12:41

Kod: Tümünü seç

1-Güney doğulu aileler neden Mersin’e göç etmişler göç edenler acaba samimiyetle iş bulmak için mi geliyor yoksa Mersin’den Türkleri tasfiye ederek Mersin’i ikinci bir Diyarbakır yapmak için mi geliyor? 
Yazıda o kadar çok iftira niteliğinde iddia varki şimdilik sadece yukarıdaki
düşünceye cevap vereyim.


1-1906'da Bedirxan Ailesinden 3000 kişi sürgüne gönderildi.

2-14 Haziran 1934 İskan Kanunu:
madde 13:
Türk ırkından olmayanların serpiştirilme suretiyle köylere ve ayrı
mahallere ve küme teşkil etmeyecek şekilde köy,kasaba ve
şehirlere iskanı mecburdur.

3- 18 Ekim 1960 Zorunlu iskana ilişkin yasa MBK'ce kabul edildi.

4- 25 Kasım 1960 MBK Kürt illerindeki 55 ileri gelenin batıya
sürgün edilmesine karar verdi.

5- 14 Şubat 1987 6831 sayılı Orman Kanununa dayanılarak
Tunceli İline bağlı 234 köyde yaşayan 50 Bin kişinin Mersin,
Antalya,İzmir ve Muğla'ya yerleştirilmeleri kararlaştırıldı.


Bütün bu resmi sürgün kararları yetmezmiş gibi son 20 yılda bir çok köy
devlet güçleri tarafından boşaltılarak orada yaşayan insanları zorunlu göçe mecbur etmiştir.
Devamlı surette yapılan bu uygulamaları sadece siyasi bir iradeye maletmek de imkansızdır.Bu, Türkiye'nin kuruluşundan beri benimsedeği bir sistem anlayışıdır.
Bugün batıda Kürt nufusu çoğalmışsa bunun te bir sorumlusu vardır
o da şüphesizki devlet sistemidir.

Herkes kendi vatanında yaşamak ister,Kürtler de!
beyazgül
Yönetici
Yönetici
Mesajlar:7631
Kayıt:16 Eki 2006 09:06
Ruh Hali:Yorgun
Cinsiyet:Kadın
Burç:Yay

Mesaj gönderen beyazgül » 17 Kas 2006 14:26

  • Herkes kendi vatanında yaşamak ister,Kürtler de!
Türkiyeyi kendi vatanın gibi görmemen ne yazık..işte ayrımcıklta bundan kaynaklanıyor..hepimiz bir olup bu ülke için çabalasak böyle olmazdı..madem bu ülkeyi kendi vatanın gibi görmüyorsun ozaman çık git burdan..yada her ırk kendi vatanını bu ülke üzerinde kurmaya kalksa kaça bölünür bu ülke hiç düşündünmü...
SEYYİT
Çavuş
Çavuş
Mesajlar:67
Kayıt:16 Eki 2006 08:43

Mesaj gönderen SEYYİT » 17 Kas 2006 16:37

bu ülkede kimin gizli dolaplar çevirdiği herkesin malumudur.
buna rağmen gerçekleri görmemezlik ediyorsunuz.ülkedeki
kürt sorununu kabul etmiyor,kürt nüfusunun artmasına tahammül edemiyorsunuz.arkadaş ,kürt nüfüsun batıda gün geçtikçe çoğaldığını
bunuda kürt halkının sanki bilinçli yaptığı iddia ediyor.
kürtlerin oraları niye göç ettiğini hepimiz biliyoruz.hepsi devletin
baskısından ve zoraki göç etme mecburiyetinde bırakılmışlardır.
şimdi o arkadaşa soruyorum bu asıılsız iddialarla ne yapmak istiyorsunuz.
siz ne kadar kabul etmesenizde bu ülkenin yarısından fazlası kürt...
bu insanlarında sizler gibi her türlü hakka sahip...
bu insanlarda sizler gibi kendi dilini,kendi kültürünü yaşama geliştirme hakkı var...
bu insanlarında mal mülk edinme hakkı var.
yahu bu insanlarda Allahın kulu...
dr_emre21
Yüzbaşı
Yüzbaşı
Mesajlar:536
Kayıt:29 Eki 2006 19:20
Ruh Hali:Mutlu
Takım:Galatasaray

Mesaj gönderen dr_emre21 » 17 Kas 2006 18:07

önce şu ilginç geldi bana;gerçekten bu ülkenin yarısından fazlası kürt müdür ya? o zaman kimse azınlık hakkı falan demesin,kürtler resmen çoğunlukta oluyor o zaman.işte ilk cümleyle abartmaya başlamışsın sonrası da aynen öyle.valla alp_urungunun yazdığı yazıyı da okuyacak vaktim yoktu ne yalan söyliyim,o da biraz abartıyor sanki ama.ben kısa olduğu için buna bişeyler yazıyım dedim.türkiyede kürtlerin elinden haklarını alan kim acaba.ben bu ülkede nelerden faydalanıyorsam kürtler de aynısından aynı şekilde faydalanıyor.mesela devlet bana verdiği bursun aynısını kürtlere de veriyor.benim gittiğim okula hastaneye ptt ye her yere aynı şekilde hiç bi ayrım olmadan kürtler de gidiyor.kürtler kendilerini ayrı görmeseler onları kimse ayrı birileri gibi kimse görmez.kendinize gelin,hakkımız hakkımız diye diye bizim hakkımıza saldırıyosunuz.nedir bizim hakkımız,insan gibi yaşamak,kavgasız,döğüşsüz,savaşsız hep beraber türküyle kürdüyle.yav Allah aşkına hiç bi tane kürt yok mu bu forumda evet kardeş haklısın türkler kürtleri kardeşi olarak görüyo,öyle görmeyenler azdır desin yav.en azından ben öyle görüyorum.kendinize gelin,artık bunlar bizi sevmiyor biz niye sevelim zihniyetinden kurtulun
beyazgül
Yönetici
Yönetici
Mesajlar:7631
Kayıt:16 Eki 2006 09:06
Ruh Hali:Yorgun
Cinsiyet:Kadın
Burç:Yay

Mesaj gönderen beyazgül » 18 Kas 2006 10:02

bende sana katılıyorum fakat batıda durum böyle genelde..doğuda ise çok daha kötü..sadece kürtler için demiyorum doğuda yaşayan tüm insanlarımız için diyorum..belki orda kürtsün diye dışlama yapılmıyor ama imkanlar çok azınlıkta ve çok zor şartlar altında çoğu..ama batıya kaymaya başlayınca durum dışlamalar başlamıyor..ben çok denk geldim,gördüm üzüldüm..insanlar çeşit çeşit kimseye b,rşey anlatamıyosun ki artık :cry:
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray

Mesaj gönderen Siyabend » 30 Eyl 2007 11:34

dr_emre21 demişki :
yav Allah aşkına hiç bi tane kürt yok mu bu forumda evet kardeş haklısın türkler kürtleri kardeşi olarak görüyo,öyle görmeyenler azdır desin yav
Çok ırkçı tartışmalar dışında bütün Türklerin suçlandığı bir durum yok bence!
Belkide hiçbir şekilde Türkleri suçlayıcı söylemler içerisinde olmayı bile düşünmeyen bir çok kişi alp urungu'nun bu yazısını okuduktan sonra
bir nevi kışkırtılmış olup genelleme yaparak Türkleri suçlamaya başlar!

Tabiki bütün Türklerin ırkçı olmadıklarını biliyoruz.
Esasında hiçbir halkı tekdüze bir sınıf olarak görmemek gerekir!
Şuan bir çok Türk arkadaşım var ve bugüne kadar hiçbir şekilde ben Kürt olduğum için sorun çıkmadı.Ve daha çok Türk arkadaşımın olmasını isterim!
Çünkü çok iyi biliyorumki en az benim kadar Kürtlerin rahat bir yaşam sürmesini isteyen Türkler vardır!

Buradaki sorun bunu istemeyen kesimlerin ellerindeki imkanlar sayesinde baskıcı bir güç olarak faaliyetlerine devam etmeleridir!

Şunu da belirtmekte fayda var.Bir çok arkadaş belkide baktıkları yerden öyle gözüküyor,Kürtlerin güllük gülistanlık bir hayat içinde asileştiğini söylüyorlar.
Durduk yere kimse rahatını bozmaz!
Ve sorun ne olursa olsun,o sorunun olduğu yerde olmadığınız sürece onu anlamanız gerçekten zordur!

Sonuç olarak ırkçılığı kutsal bir görev olarak görmüş azınlığa inat Türklerle kardeşçe aynı vatanda yaşamak istiyoruz
ve çalışmalarımız hep bu yönde olacaktır!


En son Siyabend tarafından 30 Eyl 2007 11:34 tarihinde darbelendi.
Cevapla

“Özgür Düşünce & Felsefe” sayfasına dön