Ütopyanın gerçekliği

Okunmaya değer kitapları tanıtın
Cevapla
ZAGROS
Moderator
Moderator
Mesajlar:9466
Kayıt:28 Şub 2007 22:02
Ruh Hali:Huzurlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Koç
Takım:Fenerbahçe
Ütopyanın gerçekliği

Mesaj gönderen ZAGROS » 30 Ağu 2010 20:47

Resim

27/08/2010

Sonunda kendimiz için kendimiz olmak zorundayız. Ancak bu olduğunda iktidar olmadan da dünyayı değiştirmenin olanakları açılmaya başlar. Demek ki topyekûn direniş kültürü depremin uğultusu gibi tedirgin ederken yıkıcı etkiler yaratır

SEMİH GÜMÜŞ (Arşivi)


İktidarı amaçlamayan sosyalizmin çoğunluğa ütopik ve romantik geldiği kuşkusuz. İktidarı tutkulu biçimde yüceltenler, sosyalizmin gerçek karşılıklarını da yitirdikten sonra, kendilerine yeni bir dünya kurmak için yalnızca Marksizmin geleneksel kalıplarına sığındılar. Devrimci iktidar ve öncü parti kavramları, geçen yüzyılın son on yılına varıncaya dek kitaplarda çekici geliyordu elbette, ama aynı kitapları sonunda ruhsuzlaştıran da o kalıplar oldu. Marksizmin yaşayan ruhunu katılaştıran bu türden kalıplar, elde avuçta olanların da belirsizleşmesine neden oldu.
Düşünmeksizin geçirilince akıldan, kapitalist devletin silahlara, sermayeye, gizli ve açık örgütlere dayalı gücünün iktidar olmadan alaşağı edilmesi tuhaf bir amaç, bir düş gibi geliyor. Seçimle ya da kesintisiz reform süreciyle kapitalizmin belinin kırılması sanki hayal. Kediyle farenin kapışmasına benzer bir kavga bu. Farenin de kediyi kaçırttığı olur. Öte yandan, demokratik ve barışçı tek seçenek de bu. Bu sürecin başarısı, siyasal özgürlüklerin tamamlanmasını ve refah düzeyinin yükselmesini sağlayacak bir reform zinciriyle ve ancak uzun zaman içinde gerçekleşebilir.
Sonunda, bireylerin özgür iradesinin oynayacağı rol, demokratik koşullar içinde bulur asıl anlamını. Partinin özne olduğu doğrudur belki, olumlu bir rol üstlenebileceği anlamında, ama partinin de bireyleri her zaman nesneye indirdiği unutulmadan. Kapitalizmin hayatı çürüten doğasına karşı, bireylerin tepkisi olmaksızın, onların yerine karar verecek olan partinin göstereceği tepki, sonunda hep tabanını yitirmeye mahkûm oldu. Yapabilme-gücü etkisizleştirilmiş bireyler, yapma-gücünü toplum adına kendi tekeline almış partinin otoritesi altında, yaptırma-gücü’nün nesneleri olarak kullanılınca, kapitalizmin kendilerine sunduklarından daha çoğuna sahip olmadıklarını gördüler. Böylece iktidarla bağlar büsbütün kopartıldı.

Değişen ne oldu?
Sonunda yeniden düşünelim: Devrimci sosyalizm kapitalizme ayna tutarak baş karşıtıyla hep aynı düzeyde seçeneklerle kendini var etmeye çalışmadı mı: “Orduya karşı ordu, partiye karşı parti. Bunun sonucunda iktidar, devrimin içinde de kendisini yeniden üretir.” Az sayıdaki örnek dışında, aslında bütün kurumlarıyla kapitalizmi yıkmaya çalışırken, benzer kurumlarla yeni bir devlet inşa etmekten başka bir inşa programı olmadı yeni iktidarların. Kurumlarsa bireylerin hep üstüne yıkılır.
Sonunda döner dolaşır, asıl sorunun iktidarın kendisi oluşuna geliriz. İktidar, doğası gereği orada da burada da aynıdır, aynı işlevi, yaptırma-gücünü üstlenir. İşçiden ürettiği nesneyi koparıp almak, yalnızca kapitalistin işi olmadı; işçi sınıfı adına kurulan sosyalist devlet de işçiden ürettiğinin bir bölümünü aldı, yoksa en büyük silahlanma yarışçıları arasında nasıl yer alınabilirdi. Sonunda işçilere sıradan hayatlarını sürdürmek için gereken kadarını ödeyip artık değeri silahlanma yarışına ayırdığınıza göre, sömürü sürmektedir. Sosyalist devrimlerin sonunda çürüyüp kendi halkıyla çatışma içinde çöküşünün nedenlerini tartışırken, kurulan düzenin artı-değer sömürüsünün yeni bir biçimine dayalı oluşu yeterince tartışıldı mı? İşçilerin ürettiği artı-değer, artık devletin kendisine ayırdığı bir değerse, bu işin içinden çıkmak da zor demektir.
Yurttaşlık kavramı kapitalist devlette neyse, sosyalist devlette de aynı olmadı mı? Bireyler yönetenlerin koyduğu yasalar karşısında gene bireylikleriyle kaldı ve kendilerine ait olduğu söylenen iktidarlara yabancılaştı; demokrasi gene ya verildi ya da kazanılması için yeniden savaşım verilen bir amaç olarak kaldı. Bu yüzden sosyalist ülkeler bölgesel savaşlar içinde çekincesizce yer alırken paylaşım kavgasının bir ucunu tuttular; sistem içinde çıkıntılık yapanlar da bilinen yöntemlerle bastırıldı.
John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek kitabında, “O halde devlet,” diyor, “toplumsal ilişkilerin katılaşmış ya da fetişleşmiş bir biçimidir. İnsanlar arasındaymış gibi görünmeyip insanlar arasında olan, toplumsal ilişkilerden harici bir şey olarak duran bir toplumsal ilişkidir bu.” Devlet, budur. Kapitalist ya da sosyalist oluşu onun özünü değiştirmiyor; yirminci yüzyılın çok çeşitli deneyimleri de devletin bütün toplum düzeylerinde aynı niteliğini koruduğunu, dolayısıyla insanlığın niçin onun dışında seçenekler aramak zorunda olduğunu gösterdi.
Devleti ve iktidarı birincil amaç olarak gören devrimci sosyalizm, aslında bu düzeyde hep pozitivizmin katılığı içinde kendini tutmak zorunda kalırken, yaptırma-gücünden başka bir yönetim biçimi yokmuş gibi davranıp örgüt ve savaşım biçimine kalıcı arızalar verdi. Onun Engels’in Ütopik Sosyalizm Bilimsel Sosyalizmkitabından bu yana hep bir bilim olarak kendini tanımlaması pozitivizmden aldığı gücü artırırken, yaratıcılıktan aldığı gücü zayıflattı. Oysa bugün Marksizmin yaşayan ruhundan söz edilebiliyorsa, bunun nedeni bilimsel oluşu yüzünden zamana karşı dirençli kalması ya da yeni gerçeklik alanları bulması değil, bir felsefe olarak değişim içinde kendini yeniden üretebilme gizilgücüne sahip olması ve yeni bakış açılarını yaratıcı biçimde üretebilmesidir. Demek Marksizmin ortodoksiden kurtulması için kesinlikli düşünceleri bütün bütüne yadsımak gerekir.

Kendi olmanın gücü
Ortodoks Marksizm, sınıf savaşımının sermaye ile işçi sınıfı arasında, ekonomik düzeyden siyasal iktidara yönelen savaşımla sınırlı anlaşılmasına yakın durur. Oysa kapitalizmin adım adım zayıflamasına, için için çürümesine neden olan çok çeşitli savaşım biçimleri var.
John Holloway, “Lacandon Ormanı’nın yerli sakinlerinin işçi sınıfına mensup olup olmadıkları mevzu bahis olmaksızın, sınıf mücadelesi adına Zapatista hareketine anlamını veren, bu mücadelenin kapitalist sınıflandırma karşısındaki değeridir,” diyor.
Asıl sorun işçi sınıfından olup olmamak kesinlikle değil de, yönetenlerin ve iktidar gücünü elinde bulunduranların karşısında yer alan yönetilenlerin artık yönetilmek istememesidir ki, bu tavır yığınsallaştığı zaman, bazen yönetenleri çaresizliğe düşürebilir. Sınıf savaşımının geçen yüzyıldaki biçimlerini değiştirdiğini, artık yepyeni biçimlerde sürdüğünü söylersek, buna karşı çıkılır mı? Holloway, sınıf savaşımının “bütün insanlığın yaşam biçimine nüfuz eden bir çatışma” olduğunu söylüyor. Sözgelimi, insanlığın küresel ekolojik sorunlar karşısında gösterdiği duyarlığı yeri geldiğinde sokağa dökülerek dışavurma biçimi, üstelik bazen sertleşerek derin bir çatışma yaratıyorsa, bunu elbette sınıf savaşımının bütüncül anlamı içinde düşünmek gerekir. Bugün dünyanın hemen her yerinde kendini gösteren savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı, antikapitalist hareketler; anti-iktidar çevreler; ekolojik sorunlara karşı direniş grupları; feministlerin ve eşcinsellerin sistem karşıtı eylemleri; hayvan hakları savunucuları gibi bir dizi otonom savaşım biçimi, devasa duvarın taşlarını kemirip duruyor.
Sonunda kendimiz için kendimiz olmak zorundayız. Ancak bu olduğunda iktidar olmadan da dünyayı değiştirmenin olanakları açılmaya başlar. Demek ki topyekûn direniş kültürü depremin uğultusu gibi tedirgin ederken yıkıcı etkiler yaratır. Tanrısı kendi olan insan, milyonların içinde bir birey olarak bütünün parçasıdır ve bireyler olmadan bir bütün oluşacağından söz edilemez. Anti-iktidarın gerçekliği aslında buralarda. Bir de, yönetenle yönetilen, sömürülenle sömüren arasındaki çelişkinin sürgit aynı kalmasının olanaksızlığı var. Aşağıdakilerin yukarıdakilere gösterdiği tepkiyi anlatan Etiyopya atasözünü aktarıyor Holloway: “Akıllı köylü efendisini görünce saygıyla eğilip sessizce osurur.” İtaatsizlik. Sonunda efendiyi yerinden etmez bu, ama tedirgin eder, ürkütebilir, belki daha güçlü ve sürekli olanı yerinden kaçırır. Direniş ruhu, Marksizmin düşünsel ruhuysa, iktidar olmadan da yapar o.
Kapitalizmin nesnel koşullarının sonunda uğradığı derin kriz dönemleri, demek koşulların iyileştirilmesinin de olanaklarını zenginleştiriyor. Ödünsüz hayat olmaz. Kimin daha çok ödün vereceği belirler hayatın iyiye ya da kötüye gideceğini. Sermayenin ekonomik krizini, sömürülenler siyasal bir kriz olarak kullanabilir: ilkinin o sırada yitirecekleri, ikincisinin kazanacaklarından daha çoksa, değişimin olumlu yaşanmaya başladığı belirtilebilir


Cevapla

“Kitaplık” sayfasına dön