90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin

Türkiye ve Dünya Tarihi
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray
90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin

Mesaj gönderen Siyabend » 17 Oca 2009 11:56

1799'da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka'nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü vermiş, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştirememişti. 1840'ta, Kudüs'teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston 'Britanya İmparatorluğu'nun yüksek çıkarlarını korumak üzere' bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya atmıştı.

Siyonizm ideolojisinin doğuşu

İsrail’in Gazze’ye yönelik gayrı hukuki, gayrı insani, gayrı ahlaki harekâtı sürüyor. AB yarım ağızla İsrail’i kınadı. BM Güvenlik Konseyi bir basın açıklaması bile yapmadan dağıldı. Arap Birliği’nin, İslam Konferansı Örgütü’nün, Arap ülkelerinin ve İran’ın sesi çıkmıyor. ABD her zamanki gibi İsrail’i destekliyor. Türkiye’de ise tersine çok büyük bir hassasiyet var. Öyle ki, bazı gruplar siyasi eleştiri sınırını aşıp, ‘Yahudilere ölüm’, ‘İsrail’i yok edin’ deme noktasına vardılar. Bu yazı dizisinde, İsrail-Filistin çatışmasının tüm boyutlarını, tüm ayrıntılarını kapsama iddiasında değilim. Böyle bir şeyi yapmak için ne bu sayfalar yeter, ne benim bilgim. Sadece, uzun, karmaşık ve dramatik tarihçenin 1970’lere kadarki bölümünden bazı sahneler sunmaya çalışacağım. Belki böylece bazılarının neden sessiz kaldığını, bazılarının neden çok bağırdığını daha iyi anlayabiliriz.

Dreyfus Davası

21 Temmuz 1906’da, Paris’teki Ecolé Militaire’in (Askeri Akademi) avlusunda zayıf ve ciddi yüzlü orta yaşlı bir askere Legion d’Honneur nişanı takılıyordu. Bu kişinin adı Alfred Dreyfus’tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde “Çok yaşa Dreyfus!” diye çılgınca bağıran halka, Yüzbaşı’nın yanıtı “Hayır beyler hayır, çok yaşa Fransa!” oldu. Halbuki yaklaşık 12 yıl önce aynı yerde rütbeleri sökülürken, aynı halk ‘Yahudilere ölüm’, ‘hainlere ölüm’, ‘Yahuda’ya ölüm’ diye haykırmıştı. Ve bu iki tören arasındaki yıllar sadece Alfred Dreyfus’un değil, tüm Fransa’nın, Avrupa’nın önemli bir dönemecini oluşturuyordu.

Ancak bu olaydan etkilenen bir kişi daha vardı. Bu kişi, Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse’in Paris muhabiri olarak izleyen Theodor Herzl’di. Fransa’nın askeri sırlarını Almanlara verdiğinden şüphelenilen Yahudi Yüzbaşı Dreyfus’un, 19-22 Aralık 1894 tarihinde görülen dava sonunda, paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düşmanı basının kışkırttığı isterik halk yığınlarının baskılarıyla vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkûm edilmesini izleyen Herzl, dava boyunca Paris halkının sokaklarda ‘Yahudilere ölüm!’, çığlıklarıyla dolaşmasından çok etkilenerek, 1896’da, politik Siyonizmin manifestosu olan ‘Yahudi Devleti’ adlı kitabını yazmıştı.

Asimilasyondan Siyonizme

Theodor Herzl, 1860’da Macaristan’da doğmuş, 1878’de ailesiyle Viyana’ya göçetmiş, Yahudi Aydınlanması (Haskala) anlayışına bağlı bir hukuk doktoruydu. Tevrat araştırmacısı Moses Mendhelsonn tarafından 1770’lerde geliştirilen Haskala’nın esasını, Yahudilerin dinsel ve kültürel aşırılıklarını törpüleyerek Yahudi olmayan kültürlerin içinde erimesi fikri oluşturuyordu. Nitekim Herzl o tarihe kadar kendini bir Alman yazarı olarak tanımlıyordu. Ancak, kitabının ana fikri, “Yahudilere karşı önyargılar Batı toplumunun içine öylesine işlemiştir ki, bu önyargıları asimilasyon veya entegrasyon yoluyla kırmak mümkün değildir. “Antisemitizm hastalığının tek bir ilacı vardır: O da Yahudilerin kendi devletlerini kurmasıdır” şeklindeydi.

Ancak, böylesi radikal bir değişimin Dreyfus Davası’nın görüldüğü kısa sürede tamamlanması pek inandırıcı değildi. Muhtemelen, Herzl bu konu üzerinde çoktandır düşünüyordu. Çünkü Habsburg topraklarında 1870’lerden itibaren, antisemitizmin de, Almanlaşmak, Macarlaşmak veya Polonyalılaşmak gibi asimilasyoncu eğilimlerin de en uç örnekleri yaşanıyordu.

Anti semitizmin kısa tarihi

Herzl’de derin dönüşümlere neden olan ‘Yahudi ırkından gelenlere duyulan fanatik nefret’ diye özetlenebilecek anti semitizmin tarihi çok eskilere gider. Yahudi inanışına göre, İsrailoğulları en mutlu günlerini MÖ. 10. Yüzyıl’da, Süleyman’ın krallığı döneminde yaşamışlardı. Süleyman’ın ölümünden sonra, Asurlular ile Mısırlılar arasındaki savaşlardan zarar görmüşler, Babil Kralı Nabukadnezar’ın MÖ. 586’da Süleyman’ın Tapınağı’nı yıkmasının ardından Babil’e sürülmüşler, İranlı Ahimened Kralı II. Kiros tarafından esaretten kurtarılmışlar, Büyük İskender döneminde Makedonya Krallığı’nın tebası olmuşlar, İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında gidip gelmişlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasını, Süleyman’ın Tapınağı’nın MS. 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmesi oluşturuyordu.

Hıristiyanlığın pençesinde

Roma’ya ikinci kez başkaldırdıkları 132-135 yıllarından sonra İmparatorluğun çeşitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nın Hıristiyanlığı kabulünden sonra daha da zorlaştı. Tahmin edileceği gibi Hıristiyanlar (Katolikler), Yahudileri İsa’yı öldürdüğü ya da öldürttüğü inancı yüzünden sevmiyorlardı. Ayrıca, Katolikler İsa’nın, Yahudilerin asırlardır bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatılan Mesih olduğuna inanıyorlar, Yahudiler ise İsa’yı Mesih olarak kabul etmiyorlardı.

300’lü yılların başında İspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandı. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanların) özel giysiler giymesi zorunlu kılındı. 1348-1351 arasında Avrupa’nın üçte birini yok eden Büyük Veba Salgını sırasında ‘günah keçisi’ ilan edilerek Doğu Avrupa’ya göçmek zorunda bırakıldılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüler. İlk kez 1516’da Venedik’te getto denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldılar. Roma’daki son Yahudi getto’su 1870’de kaldırıldı.

Modernleşmenin karanlık yüzü

Ortaçağ’dan beri tarımla uğraşmaları, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmaları ve kamu görevlisi olmaları yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacılıkta elde ettikleri başarılar Yahudi düşmanlığını pekiştiren bir unsur oldu.

Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlandı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston ‘Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere’ bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi.

Yönetim kademelerinde ve politik yaşamda daha çok yer aldıkları gibi sahip oldukları finans gücü ile modernizasyonun itici güçlerinden biri olan Yahudilerin bu durumları paradoksal olarak iki cepheden; Yahudi sermayesine karşı sınıfsal kini Yahudi düşmanlığı ile karıştıran Sosyalistlerden ve Yahudiliğin dinsel düşmanı olan Katolik Kilisesi’nden tepki gördü. Bu iki kesimin yönlendirdiği geniş halk kesimleri ise Yahudileri şeytanlaştırma işinde çok ileri gittiler. Rusya’da Yahudiler 1881’den 1940’lara kadar pogrom adı verilen katliamlarda can verdiler. Rusçada ‘ayaklanma’ anlamına gelen pogrom’lar, sivil halk tarafından Yahudilere karşı yapılan saldırılardı. Ancak bu saldırılar kolluk kuvvetlerinin göz yumması ya da yardımıyla yapılıyordu. 1940’tan sonra ise gaz fırınlarında can verdiler…

Basel Kongresi’ne doğru

Herzl’in projesinin adı Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki tapınak tepesinin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmişti.

Kuzeyde Aşağı Litani Nehri’nden, güneyde Gazze Vadisi’ne, batı Arabistan Çölü’nden doğuda Akdeniz’e uzanan, bugünkü İsrail ve Ürdün’le Mısır’ın bir kısmını içeren bölgenin Filistin’in adı, MÖ 12. Yüzyıl’da Ege Adaları’ndan (büyük ihtimalle Girit’ten) kalkarak Anadolu, Kıbrıs ve Suriye’yi yakıp yıktıktan sonra Mısır’a saldıran ancak Mısırlılar tarafından püskürtüldükten sonra bugünkü Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Şeridi’ne kadar uzanan bölgeye yerleşen Filistîler adlı bir deniz kavminin adından geliyordu. Yani Filistîler bir Arap kavmi değildi. Mitolojiye göre, zamanla komşu bölgelere yayılan Filistîlerin en büyük düşmanı, bölgeye onlardan sonra gelen İsrailoğulları olmuştu. Filistîler, İsrailoğullarına karşı ilk yenilgiyi, MÖ 10. Yüzyıl’da Davud döneminde yaşamışlardı.

Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizmi, dinsel bir proje değil, seküler, siyasi bir projeydi. Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş bir asimilasyonistti. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.

Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizmin boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savundular. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını seküler hale getirileceğini ileri sürerek, Siyonizmi adeta bir küfür saydılar. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizme destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.

(Kaynak: Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993.)

Herzl ile Abdülhamit neler konuştu?

Siyonistlerin İslamcı politikaları ile tanınan II. Abdülhamit’le ilişkileri konusunda çelişik bilgiler vardır. Abdülhamit, 1890’da yayımladığı iki irade ile Siyonistlerin Filistin’e girmelerini önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasını emretmişti. Herzl’e göre, 1896-1902 arasında Abdülhamit’le görüşmek için pek çok kez girişimde bulunmuştu. Girişimlerinden ilki 1896 Haziranında yapılmış, Abdülhamit’in hafiyelerinden Leh asıllı Kont Philipp de Newlinski aracılığıyla Filistin karşılığında beş milyon altın teklif edilmiş, Abdülhamit bu teklifi reddetmişti.

Herzl 1898’de Kutsal Toprakları ziyaret eden Kayzer II. Wilhelm’le buluşmuş ve Almanların koruması altında Filistin’de bir arazi şirketi kurmayı önermişti. Kayzer ilk anda anti-Semitik duygularla, Yahudileri Avrupa’dan uzaklaştırma fikrine sıcak bakmış, rivayete göre konuyu Abdülhamit’e de açmış, ancak Abdülhamit’in sıcak bakmaması üzerine, Siyonistlere destek vermekten vazgeçmişti.

Bir başka girişim, 4 Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir başka hafiyesi Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery aracılığıyla yapılmıştı. Ama cevap yine olumsuzdu. Ancak Şubat 1902’de Abdülhamit’in huzuruna çıkmayı başaran Herzl, günlüğüne Abdülhamid’in devlete tabi olmayı kabul eden tüm Musevilere kapıları açmaya istekli olduğunu, fakat insanların yerleştirileceği bölgelere hükümetin karar vereceğini, Filistin hariç olmak üzere Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve hemen hemen her yerde kolonileşmeye izin verileceğini yazmış ve yazısını, “içinde Filistin’in olmadığı bir imtiyaz!” diye bitirmişti. Bu, Herzl’in istediği imtiyaz değildi. Aynı yılın Ağustos ayında Abdülhamit’in, yeni bir teklifi gelmişti ancak bu ilkinden daha elverişsizdi. Herzl’in günlüğünde ‘Türk devleti için 20 milyon pound harcadık ama hala sonuç alamadık’ şeklindeki ifadeler ise daha da kafa karıştırıcı.

(Kaynak: Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982; The complete diaries of Theodor Herzl, Yay. Haz. Raphael Patai, New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960.)

Ancak, Abdülhamit döneminde Filistin’e Yahudi göçünün arttığını iddia edenler vardır. Bu iddiaların doğru olup olmadığını anlamak kolay değil çünkü, söz konusu dönemlere ait güvenilir nüfus istatistikleri yoktur. Örneğin Osmanlı salnamelerine göre 1878’de Filistin’de yaklaşık 404 bin Müslüman, 44 bin Hıristiyan ve 25 bin Yahudi (10 bini yabancı uyruklu olarak kaydedilmiş) yaşarken, 1893 nüfus sayımına göre, yaklaşık 372 bin Müslüman, 43 bin Hıristiyan, 9 bin Yahudi yaşıyordu. Bir başka kaynağa göre ise, 1893’te 80 bin Yahudi yaşıyordu. Bu sayılardan, Abdülhamit dönemine ilişkin doğru bir çıkarımda bulunmak zor. (Nüfus konusundaki tartışmalar için bkz. http://www.mideastweb.org/palpop.htm)

Abdülhamit’in Filistin’deki mülkleri

Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40 bin dönüm toprak satın aldığı, 30 kadar koloni kurduğu, ünlü Yahudi zengini Baron Rothschild’in Fransa’nın tanınmış tarım okullarından uzmanlar getirttiği ve avokado, zeytin, üzüm yetiştirmeye çalıştığı, şarap bağları ve parfüm imalathaneleri kurdurduğu iddiaları var. (Öke, s.41)

Eğer bu iddialar doğruysa, Yahudilerin Filistin’de Abdülhamit’in bilgisi dışında mülk satın alması mümkün değil. Çünkü bugün biliyoruz ki, 33 yıllık saltanatı süresince Abdülhamit doğrudan satın alıp geliştirerek, boş arazileri tarıma açıp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kıbrıs’ta geniş çaplı emlak ve sayısız işletmeyi uhdesine geçirmişti. Bu bağlamda, Suriye’deki en verimli toprakların üçte biri (üç milyon dönüm), Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir toprakların yedide biri (1.036.000 dönüm), Irak’ın o tarihteki petrol yataklarının en zenginlerini özel mülkü yapmıştı. 1909’da tahttan indirildikten sonra Meclis, Abdülhamit’e ait tüm taşınmazlara el koymuş, bu mallar daha sonra Türkiye Cumhriyeti hazinesine aktarılmıştı.

Abdülhamit’in mirasçıları 1920’de bu nedenle dava açmışlar, yıllar sonra, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Hilafetin İlgası’na dair kanun hükmü uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu’nda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti dahilinde tapuya kayıtlı taşınmazlarının ulusa aktarıldığını hükme bağlamıştı. Ancak mirasçılar yılmadı ve uluslararası mahkemelerde davayı yenilediler. Filistin’de açılan dava on yıl sonra Yafa’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Londra’ya gönderildi; sonra tekrar Kudüs’e döndü. 1944’te Yahudi göçüne imkan sağlayacak arazilerin mülkiyetini devir ve davadan Yahudi vakıfları lehine feragat belgesi karşılığı Irak petrollerinin işletmesinden payla birlikte para önerildi. Varislerin bu teklifi reddetmesinin ardından 1945’te Kudüs İstinaf Mahkemesi davayı reddetti.

(Kaynak: Cemil Koçak II. Abdülhamid’in Mirası, İstanbul, Arba, 1990, İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003, s. 375-377.)

Uganda Projesi

Herzl bu arada Britanya ile Sina Yarımadası (El Ariş) için görüşmeler de yapmış ama kabul ettirememişti. Fransa herhangi bir Avrupa Devleti tarafından tek yönlü olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin destekleneceği ilan edilecek olursa, Suriye kıyılarında demir atmış Fransız donanmasını harekete geçireceği tehdidini savurunca, Britanya Herzl’e Batı Afrika’daki kolonisi Uganda’ya (bugünkü Kenya) yerleşmelerini önerdi. Herzl, 1903’te Kişinev pogrom’unun (‘Kişinev Paskalyası’ diye bilinen pogrom, üç gün sürmüş ve 45 kişi ölmüştü) etkisiyle teklifi kabul ederken, ilerde halefi olacak Dr. Chaim (Haim) Weizmann, reddetti. Nitekim ertesi yıl Uganda’ya gönderilen heyetin raporu da olumsuzdu. Bölge vahşi hayvanlar, öldürücü böcekler ve pek dost görünmeyen Massailer’le meskûndu.

1904’te Herzl’in ölümü de eklenince Uganda meselesi kapandı ancak planın reddi, hem Britanya’nın hevesini kaçırdı hem de Siyonist hareketi ikiye böldü. Nachman Syrkin’in temsil ettiği Sosyalist Siyonistler ve Israil Zangwill’in temsil ettiği İskân Teşkilatı nerede olursa olsun İsrail devletinin kurulması için çalışmaya başladılar. (Arjantin, Kanada hatta Texas gibi seçenekler üzerinde durulmuştu.) Ancak Herzl’in yerini alan Haim Weizman işi sağlama aldı ve 1904’ten itibaren Britanyalı kanaat önderlerine Siyonizm davasını anlatmaya koyuldu. Weizmann ve arkadaşları çabalarının meyvesini, tam 13 yıl sonra toplayacaklardı…

(Kaynak: Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlı kitabının İngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282)

Dona Gracia Mendes’ün büyük hayali

31 Mart 1492’de Kastilya Kraliçesi İsabella ve Aragon kralı II. Ferdinand tarafından çıkarılan ‘Kovma Fermanı’ ile Hıristiyan inancı uyarınca vaftiz olmayı kabul etmeyen Yahudilerin İspanya’dan ayrılması emredilince, Yahudilerin bir kısmı kerhen de olsa din değiştirmiş, bir kısmı sığınabilecekleri bir yurt aramaya başlamıştı. Yahudi göçmenleri Cadiz’den almaya gelen gemilerden ikisini Osmanlı İmparatoru II. Bayezit göndermişti. Yahudiler bu olaydan dolayı, Osmanlı Devleti’ni hep minnetle andılar. Ancak, yüzyıllar boyu sürecek göçler sonunda yüzbinlerce Yahudi’nin sadece 60 bini Osmanlı ülkesine, 23 bini Portekiz’e, geri kalanı ise Hollanda, İtalya, Fransa, Kuzey Afrika ve Yeni Dünya’ya gitmek zorunda kalmıştı.

1492’de İspanya’dan Portekiz’e göç eden Yahudi ailelerden birinin oğlu olan Jozef Nasi ve halası Doña Gracia Mendes’in yolu Anvers, Venedik ve Ferrera’dan geçtikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman’la kesişti. Rivayete göre Yahudi doktoru Jozef Hamon’dan Mendes ailesinin hikâyesini dinleyen Kanuni, bazılarına göre tamamen insani nedenlerle, bazılarına göre dönemin en etkili ve zengin ailesi olan Mendesler’in İstanbul’da olmaları İmparatorluğa güç katacağı için, ailenin İstanbul’a göç etmesine izin vermişti.

Avrupa kraliyet aileleri ile ilişkileri yüzünden Kanuni tarafından ‘Frenk Bey Oğlu’ diye onurlandırılan Nasi, Kanuni’nin oğlu II. Selim tarafından da Ege Denizi’ndeki ‘Naksos ve Kiklad Adaları’nın Dükü’ ilan edilmişti. Nasi, düklüğünü İstanbul’dan, Kuruçeşme’deki sarayından yönetmiş ve esas olarak diplomasi, politika, ticaret ve bankerlikle uğraşmıştı. Dona Gracia ise, bu işlerinde yeğeninin en büyük yardımcısı olmuştu.

Taberiye’de Yahudi Yurdu

Doña Gracia ve Jozef Nasi’nin en büyük projesi Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Osmanlı Devleti’ne katılmış olan Arz-ı Filistin’de bağımsız bir Yahudi yerleşimi kurma girişimiydi. İkili, 1558-1560 arasında Kanuni’nin izniyle Kudüs, Hebron ve Safed’le birlikte Yahudilerin dört kutsal kentinden biri olan antik Tiberias’da (Taberiye) toprak satın almışlardı. Tiberias, o zamanlar tamamen harabe halindeydi. Saraydan 1561’de, epey yüklü bir kira bedeli karşılığında Tiberias ve civardaki sekiz köy Jozef Nasi’nin yönetimine verilince, hayal gerçek olmaya başladı. 1564/65 kışında şehrin duvarları yenilendi. Tiberias’ı ekonomik açıdan bağımsız kılmak için koyun besiciliği ve ipek böçekçiliği ile uğraşan bir vakıf kurulduktan sonra İtalya’daki Yahudilere Tiberias’a gelip yerleşmeleri için bir davet mektubu gönderildi. Ancak, Yahudileri ikna etmek mümkün olmadı. Çünkü Filistin’e ancak Mesih’in öncülüğünde gitmek gerektiğine inanıyorlardı. 1569’da, bir süredir hasta olan Doña Gracia ölünce Yahudilerin Tiberias cennetine yerleşme hayali 19. Yüzyıl’ın sonuna ertelendi.

Kaynakça: Cecil Roth, Doña Gracia of the House of Nasi, Jewish Publication Society of America 1988; Norman Stillman, The Jews of Arab Lands, Jewish Publications Society, 1979; Catherine Clement, Muhteşem Senyora, Everest Yayınları, 2001 (Roman)


Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray

Re: 90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin

Mesaj gönderen Siyabend » 17 Oca 2009 11:58

Balfour Deklarasyonu’nun imzacısı Arthur Balfour, 11 Ağustos 1919 tarihinde Britanya hükümetine verdiği memorandumda şöyle demişti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kökü çağlarca eskiye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, gelecekteki umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arabın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.”


Dönüm noktası: Balfour Deklarasyonu

Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması, hem Büyük Devletlere, hem Siyonistlere hem de Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermişti. Aslında nüfus dağılımına bakıldığında 1914’de Filistin’deki durum Siyonist argümanlara hiç uygun değildi. Değişik kaynaklara göre, bölgede 525 bin ila 683 bin Müslüman’a karşılık, 40 ila 80 bin arasında Yahudi yaşıyordu. Siyonistlerin bütün çabası, Büyük Devletlerin Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesiydi.

Yeni yeni siyasallaşan Arap milliyetçiliğinin ise ortak bir programı yoktu. Örneğin Türk tarih yazımında ‘Arapların Türkleri sırtından hançerlemesi’ olarak yer etmiş Mekke Şerifi Hüseyin’in isyanı Hicaz’daki kabileler tarafından bile tam desteklenmemiş, Mısırlı entelektüeller arasında büyük huzursuzluk yaratmış, Suriyeli ve Iraklı milliyetçiler, Hüseyin’e çok uzak durmuşlardı. Filistin’in Hüseyin’e ilgisi olmamış, Hüseyin’in Filistin’e ilgisi ise Kudüs’ün kutsallığıyla sınırlı kalmıştı. Ancak zaman içinde, gerek Siyonistler, gerekse Arap milliyetçileri ulus-devletlerini kurmayı başardılar. Sadece Filistinlilerin hayali gerçekleşmedi. Bunun nedenlerine daha sonra değineceğim. Şimdi İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden yolu açan ünlü mektuba değinelim.

Tarihî mektup

Lloyd George kabinesinin Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un Britanya Parlamentosu’nun Yahudi asıllı üyesi Lord Walter Rothschild’e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli kısa mektupta şöyle deniyordu: “Majestelerinin Hükümeti adına size bildirmekten mutluluk duyarım ki, Yahudi Siyonist emellere sempatiyi belirten ekteki deklarasyon kabineye sunulmuş ve kabul edilmiştir. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasını uygun görmekte olup bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Şurası açıkça anlaşılmalıdır ki, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve Yahudilerin diğer ülkelerde sahip oldukları hak ve politik statülerine halel getirebilecek hiç bir şey yapılmayacaktır. Bu deklarasyonu, Siyonist Organizasyonun bilgisine sunarsanız müteşekkir olurum.”

Muğlak ifadeler

Deklarasyonda kullanılan dil zaman içinde herkesin kendi arzularına göre yorumlanmasına olanak verecek kadar muğlaktı. Örneğin Siyonistler ‘yurt kurma’yı ‘devlet kurma’ olarak okuyorlardı. Sonra ‘Filistin Yahudilerin milli yurdudur’ denmiyordu bunun yerine ‘Filistin’de Yahudilere bir yurt’ kurulmasından söz ediliyordu. Bunu telafi etmek için, Yahudi olmayan topluluklardan söz ediliyordu ama Filistinlilerin adı anılmıyordu. Yahudi olmayan toplulukların gözetilecek hakları vatandaşlık hakları ve dini haklar olarak tarif edilirken, Yahudilerin hakları ‘politik statü’ gibi daha farklı bir terimle tarif ediliyordu. Kısacası, deklarasyon Siyonistleri memnun etmemişti ama hiç yoktan iyiydi.

O günkü Britanya hükümetinin tek taraflı beyandan ileri gitmeyen bu beyanın başka garip yanları da vardı. Birincisi bu beyanı yapan Britanya’nın Filistin’le ne tarihte, ne o dönemde hiçbir ilişkisi yoktu. İkincisi, hakkında beyanda bulunulan Filistin, hukuken ve fiilen Osmanlı toprağıydı. Üçüncüsü, bu beyanın kime yapıldığı belli değildi. Nitekim, Balfour Lord Rothchild’den mektubu Siyonist Organizasyona iletmesini rica etmişti. Peki, Siyonist Organizasyon kimleri temsil ediyordu?

Kudüs’ün düşmesi

Balfour Deklarasyonu’nun ilanından üç hafta sonra General Allenby komutasındaki İngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlılardan teslim aldılar. Bunu Osmanlı birliklerinin Suriye cephelerinde yenilgiye uğratılması izledi. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nın kontrolüne bırakıldı. Böylece, yukarıdaki sorulardan ikisi cevaplanmış oldu: Britanya, ilerde kendisinin olacağından emin olduğu bir toprak hakkında beyanda bulunmuştu.

Siyonistler Britanya’nın ‘Yahudilere Filistin’de bir yurt kurulması’ derken, bir devlet kurmaktan bahsetmediklerini kısa sürede anladılar ama koşullar uygun olmadığı için sineye çektiler. Hatta Siyonist önderlerden Nahum Sokolow bir adım daha ileri gitti ve ‘Bazıları deklarasyonun bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasını amaçladığını söylüyor. Halbuki Yahudi Devleti hiçbir zaman Siyonist programın bir parçası olmamıştır” dedi.

Ardından Britanya yetkilileri, Mekke Şerifi Hüseyin’i temin ettiler ki, Yahudi yerleşimlerine sadece Arap nüfusun ekonomik ve politik özgürlükleri ile uyumlu olduğu sürece izin verilecekti. Şerif Hüseyin böylece Filistin’e Yahudi göçünün sürmesine izin verdi.

Faysal-Weizmann Anlaşması

3 Ocak 1919’da geleceğin düşman kardeşleri, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’la Haim Weizmann Akabe’de buluştular. Faysal’a İngilizler tarafından vaat edilen Irak ve Suriye’de kurulacak Arap Devleti ile Filistin’de kurulacak Yahudi yurdu hakkında konuştular. Ardından bir deklarasyon imzaladılar. Buna göre Yahudilerin Filistin’e göç etmesini teşvik etmek ve canlandırmak için gerekli tüm tedbirler alınacak, mümkün olan süratle Yahudi göçmenler birbirine yakın yerleşim alanlarına iskân edileceklerdi. Bu tedbirler alınırken, Arap köylülerin ve araziyi kiralayanların hakları korunacak ve ekonomik gelişimlerini sağlayacak şekilde yardımda bulunulacaktı. (Deklarasyonun tam metni için: http://www.mideastweb.org/feisweiz.htm)

Ancak, 6 Temmuz 1919’da toplanan Büyük Suriye Kongresi’nde, Faysal’dan daha tecrübeli Arap milliyetçileri bu kadar yumuşak davranmadılar. Kongre, ‘Yahudi yurdu’ ile ‘Yahudi devleti’nin aynı şey olmadığını, Siyonist Organizasyonu tanımadıklarını, buna karşılık Suriye ve Filistin’de yaşayan Yahudilerin diğer vatandaşlarla eşit sorumluluk ve haklara sahip olacaklarını ilan etti. Kongre ayrıca, Yahudilerin Filistin’e, bir deniz kavmi olduğu sanılan Filistîlerden daha sonraki bir tarihte gelmesini ima ederek ‘Yahudilerin iki bin yıl önce bu topraklarda işgalci olmalarından doğan haklarını tanımayacaklarını’ belirtti.

Kongre’de söylenenleri dinleyen Arthur Balfour, 11 Ağustos 1919 tarihinde Britanya hükümetine verdiği memorandumda şöyle demişti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kökü asırlarca geriye giden bir geleneği, bugünkü ihtiyaçları, gelecekteki umutları temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleşik bulunan 700 bin Arabın arzuları ve önyargılarından daha derin bir önemi ifade ediyor.”

Görünen o ki, Büyük Devletler, 90 yılda, Balfour’un açıkladığı noktadan bir adım ileri gitmiş değil!

(Kaynak: W. T. Mallison, Jr.,“The Balfour Declaration:An Appraisal in International Law”, Ibrahim Abu Lughod, The Transformation of Palestine, Evanston, Northwestern University Press, 1971’in içinde, s. 61-110; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, Londra, 1973)

Balfour Deklarasyonu neden yapıldı?

Balfour Deklarasyonu’nun baş mimarlarından Sir Mark Sykes’ın oğlu Christopher Sykes, Crossroad to Israil (Londra 1965) adlı eserinde ‘Kimse Balfour Deklarasyonu’nun niye yapıldığını bilmez’ diye yazmakta haklıydı. Mark Sykes 1919’da gripten öldüğünde Christopher Sykes henüz 12 yaşında olduğu için cevabı bilmiyor olması doğaldı. Halbuki pek çok kişi, o sırada Manchester Üniversitesi’nde kimya profesörü olan Haim Weizmann’ın, Britanya donanmasının kullandığı dumansız barutun (cordite) imalatında kullanılan asetonu, bakteriyel fermantasyon yolu ile imal etmeyi başardığı için ödüllendirildiğini ileri surer. Bunu düşündüren bir ifade Lloyd George’un War Memoirs (Londra, 1936) adlı eserinde vardır. Ancak Weizmann özel bir sohbetinde, bu efsaneye ilişkin şu ironic açıklamayı yapmıştı: “Herkes benim büyük bir kimyager olduğumu söylüyor. Tam bir saçmalık. Ama eğer Siyonizm davasına hizmet ettiysem, bu iddiayı kabul edebilirim.”

Weizmann haklıdır, çünkü bulduğu yöntemle aseton üretmek pek mümkün olmamıştır. Ancak, mümkün olsaydı bile, Britanya’nın bir avuç aseton karşılığı emperyal çıkarlarına uymayan bir adım atması beklenemezdi.

Sykes-Picot Antlaşması

Bugün savaş dönemine ait belgeleri ve hatıratları inceleyen araştırmacılar esas olarak iki senaryo üzerinde duruyor. Bunlardan ilki çok bilinen bir senary 1916 ilkbaharında Britanya adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına George Picot’nun imzaladığı gizli Sykes-Picot Antlaşması’na göre (ki anlaşmanın varlığından 1917 Devrimi’nden sonra Bolşevik yöneticilerin Çarlık idaresinin imzaladığı bütün gizli antlaşmaları açıklamaları sayesinde haberdar olunmuştu) Ortadoğu, Fransa ve Britanya’nın otorite alanlarına ayrılıyor, Filistin de Fransa’nın payına bırakılıyordu.

Bu durum, Britanya’nın hoşuna gitmemişti. Çünkü bu hat, Britanya’nın sömürgelerine giden Hindistan Yolu’nu Rusya’ya ve Fransa’ya karşı korumak açısından çok önemliydi. Ancak 1915 yılında Gelibolu’nda yaşanan hezimetten sonra, Britanya, Fransız müttefiklerine daha bağımlı hale gelmişti ve Filistin’i Fransızlara bırakmaya razı olmak zorunda kalmıştı. Söz konusu anlaşmanın mimarı olan Mark Sykes ise bu tavizden dolayı ‘günah keçisi’ ilan edilmişti. Britanya, Balfour Deklarasyonu aracılığıyla, Filistin’de Fransızların temsil ettiği Hıristiyan çıkarları ile Müslüman çıkarları arasında bir denge kurmak istemiş olabilirdi. Mark Sykes’in deklarasyonun ateşli taraftarı olmasının nedeni, muhtemelen Sykes-Picot Antlaşması’nı telafi etmek istemesiydi.

Bu tezin zayıf yanı, Britanya’nın aynı zamanda Haşimi Ailesi (Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları) aracılığıyla Arap kartını da oynamasıydı. Bilindiği gibi, Britanya’nın Siyonistlere verdiği bu taviz, Araplara karşı durumunu güçleştirmiş, Britanya 1947’ye kadar, Filistinlilerle Siyonistlerin arasında dengeyi sağlamakla uğraşmıştı.

Ortadoğu değil Avrupa cephesi

İkinci senaryoya göre, Balfour Deklarasyonu, Britanya’nın Ortadoğu politikalarından çok, Avrupa’daki savaş politikalarıyla ilgiliydi. Çünkü 1917 Nisan’ından itibaren Britanya savaşta zorlanmaya başlamış, ABD’nin İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa sokulması, Rusya’nın savaştan kopmasının engellenmesi, Fransızların Filistin’den uzak tutulması ve Almanların Siyonistlere çengel atmasının önlenmesi önem kazanmıştı.

Bu hedeflerin ortak noktası Yahudilerdi. Öncelikle Britanya Yahudileri, kendi Yahudilerine pogrom’lar düzenleyen ‘Yaşlı Otokrat’ Rusya ile ittifak yapılmasına karşı çıkıyordu. Bu tepki, Rusya Romanya’nın Karpatlar bölgesindeki ve Polonya’daki Yahudileri sürmeye başladığında zirveye çıkmıştı. Aynı gerekçelerle Avrupalı ve Amerikalı Yahudi finansörlerden bazıları Rusya’daki Romanov Hanedanı’na kredi açmayı reddetmişlerdi. Ama daha kötüsü, Britanya Dışişlerine akan bir dizi istihbarat raporuna bakılırsa, Rusya, Polonya ve Romanya Yahudileri Almanların beşinci kolu gibi çalışıyordu. Benzer bilgiler İstanbul’daki konsolosluktan da gelmişti. Herzl, Abdülhamit ve Kayzer arasındaki görüşme trafiği, Siyonistlerin de Alman yanlısı politikalara yakın olduğunu düşündürmüştü.

Kadim önyargılar mı?

Bu algı önyargıya, yanlış istihbarata, tek yanlı değerlendirmelere dayanıyordu (örneğin Rusya Yahudileri Bund Hareketi dışında Menşevikleri destekliyordu ve devrimden sonra savaşın devamından yana tavır almışlardı) ancak sonuçta Britanya Dışişleri yetkililerin kafasında, ister Britanya’da, ister ABD’de, ister Rusya’da, ister Osmanlı ülkesinde olsun birbiriyle bağlantılı, uyumlu politikalar güden, varlıklı, güçlü, Britanya’ya düşman, Alman yanlısı Yahudi imgesi canlanmıştı. Savaşı kazanmak için dünya Yahudilerinin kazanılması gerektiğini düşünmüşlerdi. Deklarasyonu yayımlarken, Siyonistlerin dünya Yahudilerini temsil ettiğine inanmaları, Britanyalı yöneticilerin naifliğinden mi yoksa Weizmann, Sokolow, Samuel gibi Siyonist liderlerin becerisinden mi sorusuna gelince, ‘her ikisi de’ demek doğru olur.

Bu senaryoyu savunanların ima ettiği ilginç nokta, Balfour Deklarasyonu’nun Britanya’nın Yahudi sevgisinden değil, modern anti semitizmden doğduğu, arka planda, Yahudilerin dünyayı kendi amaçları uğruna kollektif bir şekilde yönetmek için komplolar kuracaklarına ilişkin kadim korkunun olması. Yani, Britanyalı karar alıcılar, inanmak istediklerine inanmışlardı.

Bu iddiayı destekleyen bir husus olarak da, Balfour Deklarasyonu’nu hazırlayan Balfour, Sykes, O’Beirne, Ormsby-Gore, Wickham-Steed gibi kadroların aslında anti semitik kişiler olduğunu söylüyorlar. Bu tabloya uymayan tek kişi Başbakan Lloyd George’tu ama, bazı araştırmacılar aslında onun da ‘inceltilmiş’ bir anti semitik olduğunu söylerler.

Balfour Deklarasyonu’na en büyük muhalefet Britanya Hükümeti’nin Hindistan’dan Sorumlu Bakanı Yahudi kökenli Edwin Montagu’den gelmişti. Montagu’ye göre bir Yahudi devletinin kurulması, Yahudilerin halen yaşadıkları ülkelere sadakatlerinin sorgulanmasına neden olabilirdi. Bu da yeni bir anti semitizm dalgası demekti. Montagu dünyanın değişik ülkelerinde eşit vatandaşlar olarak yaşamanın, Filistin’de Siyonist bir getto’ya kapatılmakla değiştirilemeyeceğini söylüyordu. Montagu’nün temsil ettiği kesimler Yahudilerin tarihsel olarak başlarına gelenlerden kalkarak Filistinlilerin haklarının yok sayılmasının ahlaki olarak ne anlama geldiğinin farkındaydılar.

Siyonizmin babası Theodor Herzl’e göre, Avrupa’nın anti semitikliği, İtilaf Devletleri’nin bir Yahudi devleti kurulmasına ön ayak olmasında temel itici güç olacaktı! Sonuca bakınca Herzl’in haklı olduğunu kabul etmek gerekiyor…

(Kaynak: Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Mark Levene, “The Balfour Declaration: A Case of Mistaken Identity”, English Historical Review, 107 (1992), s. 54-77)

İttihatçılar ve Siyonizm ilişkisi

İttihatçıların yabancıların denetiminde bir Mason locası yerine, 1909’da Osmanlı Büyük Doğusu adlı ‘yerli’ bir loca kurdukları, bu locanın üstatlığına da Talat Paşa’nın getirildiği bilinir. Bu ve başka ilişkiler yüzünden bugün bazı kişiler, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanını bile, Abdülhamit’in Siyonistlere satmadığı Filistin topraklarıyla ilişkilendirirler.

1910 yılında Osmanlı Büyük Doğusu, İskenderiye’de ararda dört loca açınca, içlerine Mısır’ı kaybetme korkusu düşen İngilizler de İttihatçılara yöneltilen Masonluk/Siyonistlik suçlamalarına destek verirler. Meclis’te bu konuda pek çok konuşma yapılmıştır.

Talat Paşa’nın savunması

Ancak, Filistin’e Yahudi göçü ya da Siyonizm gibi konular Osmanlı Meclisi’nde çok az görüşülmüştür. Bu konuda en şiddetli tartışmalar 1911 şubatındaki bütçe görüşmeleri sırasında yapılmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ndan Dersim Mebusu Lütfi Fikri ve Gümilcine mebusu İsmail Hakkı Beyler, İttihatçı hükümeti bazı kredi anlaşmalarında Siyonistlerle işbirliği yapmakla suçlamışlardı. İsmail Hakkı Bey’e göre, Siyonizm dehşetli bir illetti ve Siyonizmin hedefi, bölgedeki Yahudi sayısını arttırarak Filistin’den Mezopotamya’ya uzanan bir devlet kurmaktı. Bu suçlamalara hem Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa hem Dahiliye Nazırı Talat Paşa hem de meclisin Yahudi mebusları karşı çıkmışlardı. Onlara göre bir Yahudi devleti kurulması gibi bir hedef yoktu, Osmanlı Devleti ile Siyonistler arasında ilişki de yoktu. Bu tartışmalarda, Meclisin Arap kökenli milletvekilleri hükümetle muhalefet arasında ikiye ayrılmıştı. İTC Aydın mebusu Ubeydullah Efendi muhalefetin kin ve nefretle hareket ettiğini iddia edince, Arap mebuslar muhalefete destek çıkmışlardı.

Konunun Meclis'in gündemine ikinci gelişi Mayıs ayında, Dahiliye Nezareti’nin bütçesi görüşülürken olur. Kudüs mebusu Ruhi el Halidi, hükümetin Siyonizm denen ‘dahili meselelere’ yönelik tavrını öğrenmek ister. Halidi’nin Siyonizmden, semitizmden, Herzl ve Mendelhsonn’un teorilerinden, Siyonizme taraftar olan ve karşı olanlardan söz eden uzun konuşmasını Türk ve Arap kökenli mebuslar ilgiyle dinlerken, Yahudi mebuslar tepki gösterirler. Halidi’nin ardından söz alan bir diğer Kudüs mebusu Said el Hüseyni ise, Taberiye’nin dörtte üçünün, Hayfa’nın dörtte birinin Yahudiler tarafından ele geçirildiğini söyleyerek hükümeti umarsızlıkla suçlar. Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın buna cevabı, Yahudilerin Hicaz hariç, imparatorluğun her yerinde toprak almaya hakları olduğu yolunda olur. Arnavut mebus Hafız İbrahim de, Yahudilerin Suriye ve Irak’ı ele geçireceği korkusuyla alay ederek, Talat Paşa’ya destek verir. Ertesi gün, Siyonist önderlerle ilişkisi olan Bulgar mebus Dimitri Vlahog Yahudi göçünün ekonomik yararlarından söz ettiğinde, Arap mebuslar onu protesto ederler ancak tartışmalar daha fazla sürmez ve bütçe görüşmeleri içinde konu unutulup gider.

(Kaynak: Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s. 113-117)
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray

Re: 90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin

Mesaj gönderen Siyabend » 17 Oca 2009 12:01

Savaştan sonra Milletler Cemiyeti dağılan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiş halkları bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altında tutma şekli olan manda idaresini tavsiye etmişti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamaları için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu.

Manda İdaresi’nden İsrail Devleti’ne

29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandası kuruldu, buna Filistinliler itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazı değişikliklerle, Manda anlaşmasına dahil edildi. Örneğin Weizmann manda anlaşmasına ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi hakları’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon’un karşı koyması ile daha muğlak terimlerle, Yahudi halkının bölgeyle tarihsel bağlarından (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarını yeniden oluşturmalarından (reconstuting of the national home) söz edildi.

Anlaşmanın 2. maddesinde, Filistin’de yaşayanların ırk ve din farkı gözetmeksizin vatandaşlık ve dinsel haklarının korunmasından söz ediliyordu. 4. maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin gelişiminde yer alan ve ona yardımcı olan kamusal bir yapı olarak tanımlıyordu. 5. maddede Filistin topraklarının bölünmezliği, parçalanmazlığı vurgulanıyordu. 6. maddede, nüfusun diğer bölümlerinin haklarını ve pozisyonunu zarar görmemek kaydıyla Yahudi göçünün uygun koşullarda gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Özetle, Manda Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu, uluslararası hukukun parçası haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliştiriliyordu.

1924 yılında İngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaşmaya ABD de katıldı. 7. maddeye Konvansiyon’un hiçbir parçasının ABD’nin onayı olmadan değiştirilemeyeceği ifadesi kondu.

Toplumlararası gerginlikler

Manda İdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasında Yahudi göçünde önemli bir düşüş görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuştu ve bunu katı biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde değişti. 1931 yılında Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluştururken, bu oran 1935’te (Britanya’nın Mavi Kitabı’na göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çıkmıştı. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayısı 150 bine ulaşmıştı ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmişti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldığı göçmen sayısını yılda 4 bin kişiye sınırlamasıydı.

Hebron olayları

Filistinli Arapların buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni’nin önderliğinde gelişen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaşandı. Yahudilerin Kudüs’te Arapları öldürdüğü, Ağlama Duvarı’nın yakınlarına bir sinagog kurmayı planladıkları ve El Aksa Camii’ni yaktıklarına dair söylentilerin kulaktan kulağa yayılmasıyla başlayan gerginlikler, Britanyalı yöneticilerin de kayıtsız kalmasıyla yaklaşık bir ay sürdükten sonra 23 Ağustos’ta zirveye ulaştı. Çatışmalarda 64 Arap, 67 Yahudi vahşice öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyılda bundan daha korkunç olayların olduğunu sanmıyorum. Bu ülkeden öyle bıktım ve öyle iğrendim ki” demişti, “mümkün olan en kısa sürede burayı terk etmekten başka bir şey istemiyorum.”

Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni Kimdir?

1517’den 1917’ye Filistin’i idaresi altında bulunduran Osmanlı Devleti, Filistin’in yönetimini el-Hüseyni ailesine vermişti. Böylece ‘Emin’ unvanı alan Hüseyni’ler, yüzyıllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliği gibi ayrıcalıklarından gelen nüfuzlarıyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemeni oldular. Ailenin pek çok üyesi (ilk olarak 1876’da Said el-Hüseyni, son olarak 1914’te Said el-Hüseyni, Ragıb el-Neşaşibi, Feyzi el-İlmi, Tevfik Hammad, Emin Abdulhadi ve Abdulfettah es-Saidi) Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na katıldı.

Bu ailenin en tanınmış üyesi olan Hacı Emin el-Hüseyni 1894 veya 1895’te Kudüs’te doğmuş, eğitimini Kudüs, Kahire ve İstanbul’da almış, Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de savaşmış, İttihatçılara katılmış, Teşkilat-ı Mahsusa örgütünün Kudüs’ün sorumlusu olmuştu. General Allenby’nin 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü teslim alması üzerine Filistin’e dönen Hüseyni, 24 yaşında olmasına rağmen Kudüs Müftüsü seçildi. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda İdaresi ile işbirliği içinde Yahudi yerleşimcilerin korkulu rüyası, Filistin milliyetçi hareketinin önderi oldu. 1936’dan itibaren Nazilere yaklaştı. 1941’de Irak’taki Nazı yanlısı darbeye destek verdi. Yugoslavya’da Nazilerin kurduğu Müslüman birliklerine manevi önderlik etti, Hırvat Nazi örgütü Ustaşa için çalıştı, İtalyan Nasyonal Sosyalist hükümetleri tarafından parasal olarak desteklendi. Bu tartışmalı geçmişi yüzünden Yahudiler tarafından ‘Nazi işbirlikçisi’, Filistinliler tarafından ise ‘kahraman’ olarak anılan Hüseyni 1974’te Lübnan’da hayata gözlerini yumduğunda Yaser Arafat, cenaze evine gözleri yaşlı olarak gitmişti.

1936 genel grevi

1935 yılında, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile Hüseyni ailesinden Ragıb el-Neşaşibi önderlinde bir blok oluşturuldu ve Yahudilere karşı mücadele sertleştirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleştirilen genel grevdi. Altı ay süren grev, Britanya Manda yönetimi tarafından kanlı biçimde bastırıldı. 1929 olaylarından sonra 27 kişi idama mahkûm olmuş ama üç kişi idam edilmişti. 1936 olaylarından sonra ise 260 cinayetten dolayı 67 kişi suçlanmış ancak hiç idam cezası verilmemişti. Yani Manda İdaresi ipleri elinden kaçırıyordu.

Peel Komisyonu Raporu

Britanya Manda yönetimi, Filistin’i yönetemez hale gelince, Britanya Sömürgeler Bakanlığı bölgeye Filistin Kraliyet Komisyonu adıyla bir heyet gönderdi. Tarihe başkanının adıyla geçen Peel Komisyonu, mevcut durumun gerçeğe oldukça yakın bir fotoğrafını çektikten sonra raporunu verdi. Raporda özetle şu tespitler yapılıyordu: 1) Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş; 2) Azınlıkların korunması garanti altına alınmış; 3) Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; 4) Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilmiş; 5) Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı.

1) Bölgenin yerli halklarına göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan fayda sağlamışlardı. Ülke toprakları hala yeni nüfusu kaldıracak durumdaydı ancak ileriki beş yıl için mülteci sayısının yılda 12 binle sınırlanması iyi olurdu. 2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardı ancak topraklarını kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardı. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alınması lazımdı. 3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hızlı artıyordu. Özellikle yeni yaratılan iş olanakları sayesinde Bedeviler şehirlere akın ediyordu. Bu da şehirlerin yükünü arttırıyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluşturduğu idari ve sağlık sisteminden hiçbir katkı sağlamadan yararlanıyorlar bu da Yahudi toplumunun şikâyetlerine neden oluyordu. 4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi işlerde çalışıyor, daha yüksek ücretler alıyor, bu durum Arap halkın şikâyetine neden oluyordu. 5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarını daha iyi okullara gönderiyorlar bud a iki toplum arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasın giderek açılmasına neden oluyordu. 6) İki toplum arasında hiç bir yakınlaşma, işbirliği, entegrasyon ya da asimilasyon eğilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düşmanlık besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sırtlarını dönüyorlardı. 7) Hem Yahudi milliyetçiliği, hem de Arap milliyetçiliği tırmanıyor, Yahudi Ajansı eleştirilere kulak tıkıyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranıyor, her iki taraf da aynı zamanda Manda İdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni sağlamak için en 100 bin kişilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda İdaresi ise sorunları çözmekten acizdi.

Çözüm iki devlet

Komisyona göre, çözüm bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrılmasıydı. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasıra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin girişi Manda yönetiminde kalacaktı ama bu bölgeler her iki tarafa da açık olacaktı. Tarihsel olarak bir Arap şehri olarak nitelenen Yafa Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açılması sağlanacaktı. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasındaki şerit verilecekti. Komisyona göre paylaşmanın yapılabilmesi için bölgeler arasında Arap ve Yahudi nüfusların mübadelesi gerekiyordu. Komisyon bu konuda 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan başarılı (!) mübadeleyi örnek göstermişti. (Raporun tamamı için: http://www.mideastweb.org/peelmaps.htm)

Komisyonun önerisi Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldıracak kadar radikaldi. Ama Arap tarafı 1939’a kadar planı tartıştıktan sonra planı reddetti. Tartışmalar sürerken Arap çeteleri ile Siyonist İrgun ve Lehi örgütleri şiddeti tırmandırdılar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafında da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadı, Arap tarafından üç bine yakın direnişçiyi öldürdü. Olayları kışkırtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düştü. 1939 yılında yeniden 32 bine çıktıysa da, 1940’dan itibaren Britanyalı yetkililerin mülteci akını önleyici tedbirleri sıkılaştırması sonucu tekrar 10 bine düştü.

İsrail Devleti kuruluyor

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin altı milyon Yahudi’yi gaz odalarında soykırıma uğratmasından sonra, Avrupa’nın Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadığı iyice ortaya çıkmıştı. Savaşın sonuna kadar bu duruma göz yuman, katı mülteci politikalarıyla Holocaust’a dolaylı yoldan katkıda bulunan ABD Başkanı Henry Truman Batı’nın diyetini, Müslüman Arapların ödemesi için ilk adımı attı ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldırılmasını talep etti. İkinci Dünya Savaşı biteli iki yıl olduğu halde, hala İngiliz askerlerinin öldüğü tek yer Filistin’di. Birinci Dünya Savaşı sırasında birbiriyle çelişen taahhütleri nedeniyle içinden çıkamadığı bir duruma düşmüş olan Britanya konuyu 1947’de Birleşmiş Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldı.

Siyonistlerin uzak görüşlülüğü

O tarihte Filistin topraklarında yaklaşık 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaşıyordu. Ancak paylaşılacak coğrafya çok küçüktü. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aşağı yukarı eşit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi İşler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakımından bakıldığında bu durum Araplar için Peel Komisyonu’nun önerisinden çok daha geriydi. Ancak nüfus kombinasyonu bakımından Yahudilerin aleyhine durum vardı. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karşılık 407 bin Arap yaşayacaktı. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karşılık sadece 10 bin Yahudi’nin yaşaması öngörülüyordu. Nüfusun geri kalan kısmı ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktı. Kudüs’ten vazgeçmek, Yahudiler için de Araplar için de çok zordu.

Araplar duruma şiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafı planı kabul etti. Planın kabul edilmesi için gereken üçte iki oyu ilk turda toplanamayınca Yahudi Ajansı’nın lobicileri Amerikalı yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinleri özel yöntemlerle ikna ettiler. (Örneğin ABD’nin kölecilik geçmişinin kefareti olarak bizzat kurdurduğu Liberya’yı ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmıştı, hem de ABD’li lastik yapımcısı Harvey Firestone, Liberya Devlet Başkanı’nı ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmişti.)

Ey Tanrı! Kurtar Bizi!

29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihî oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha ağzını açmadan, seyircilerin oturduğu bölümden tiz bir ses eski İbranice bir çığlık atmıştı: “Ana ha Şem hoşia na!" (Ey Tanrı! Kurtar Bizi!)

Yahudilerin tanrısı bu acılı çığlığı duymuş olmalı ki, Genel Kurulun 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla aldığı 181 (II) nolu kararla Filistin, Arap ve İsrail devletleri arasında bölünmüş; Azınlıkların korunması garanti altına alınmış; Bireysel göçler ve vatandaşlık hakları konusunda tanımlar yapılmış; Kudüs’e uluslar arası özel bir statü verilmiş; Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmişti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar ve konvansiyonlara bağlı olacaktı. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyit edildi.

Arapların Büyük Felaket’i ‘Nakba’

Ancak güçlerini abartan Araplar kararı reddettiler. Yahudi tarafının buna cevabı 1937’den beri zaman zaman başvurdukları tedhiş eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yılı boyunca istihbarat örgütü Hagannah ve İrgun, Lehi, Stern gibi terörist çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce kişi evlerinden kaçmak zorunda kaldı. Bu terör eylemlerinden en büyüğü 9-11 Nisan 1948’de Deir Yassin köyünde yaşanmış, değişik kaynaklara göre 107 ila 254 arasında köylü İrgun ve Lehi militanları tarafından katledilmişti. Büyük kaçış, Filistin tarih yazımında ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adıyla anıldı. Siyonistler 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’ni ilan ettiler. ABD ve Britanya’nın İsrail’i tanımasının ardı çorap söküğü gibi geldi. BM üyesi hiç bir ülkeden Balfour Deklarasyonu’na yönelik bir eleştiri, protesto yapılmadı. Böylece, Deklarasyon zımnen uluslar arası hukukun bir parçası oldu ve İsrail Devleti’nin kurulması uluslararası hukuk teamülleri açısından ‘meşru’ hale geldi. 1948-1949 Arap-İsrail savaşını İsrail kazandı. Filistinlilere verilen toprakların bir kısmını işgal ederek, BM’nin kendilerine verdiğinden daha büyük bir toprağı ele geçirdiler.

İsrail, 1949’da, Manda Hükümeti tarafından Filistin’e uygulanan anlaşmaların artık geçerli görülmediğine dair bir karar aldı. Aslında yeni devletler, manda idarelerinin devamı sayılmadığı için, daha önce yapılan anlaşmaların bağlayıcılığının kalmaması normaldi. Ancak Manda sona ererken, tarafların hiç biri Balfour Deklarasyonu’nun artık geçerli olmadığına dair bir protestoda, bir bildirimde bulunmadıkları için Balfour Deklarasyonu zımnen teamül hukukunun parçası olmuştu. Zaten, İsrail de, ileriki tarihlerde, bu belirsizliği istediği gibi kullandı. Örneğin Balfour Deklarasyonu’nun Yahudi yurdu ile veya Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansı ile ilgili taahhütlere atıfta bulunurken, Yahudi olmayan halklara verilen teminatları hatırlamadı.

Kaynak: W. T. Mallison, Jr.,“The Balfour Declaration: An Appraisal in International Law”, Ibrahim Abu Lughod, The Transformation of Palestine, Evanston, Northwestern University Press, 1971’in içinde, s. 61-110; Documents on German Foreign Policy, 1918-1945, Series D, Volume XIII’ten aktaran Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel-Arap Readers, Penguin Book, 2001, s. 51-55; Philippe Matter, Mufti of Jerusalem: Al-Hajj Amin Al-Husayni and the Palestinian National Movement, Diana Pub Co, 1988; Michael R. Fischbach, Records of Dispossession: Palestinian Refugee Property and the Arab-Israeli Conflict; Columbia University 2003; Steven PressGlazer, “The Palestinian Exodus in 1948”, Journal of Palestine Studies, Vol. 9, No. 4. (Summer, 1980), s. 96-118; Dominique Lapierre/Larry Collins, Kudüs…Ey Kudüs, E Yayınları,2002 (Belgesel roman).

“Utanç Gemileri ve Gazze”

Nazi soykırımından kaçan 769 Romanya Yahudisini taşıyan Struma yolcu gemisi ile Filistin’e gitmek üzere, 15 Aralık 1941’de geldiği İstanbul’da, 2,5 ay karantina koşullarında bekletildikten sonra motorları çalışmadığı için bir römorkla çekilerek Karadeniz’e geri yollanması ve burada bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılması bilinir ancak bir gemi dolusu Yahudi’nin yaşadığı başka acı bir hikâye St. Louis transatlantiğinin Atlantik Okyanusu’ndaki yolculuğu bilinmez. Bundan sonrasını okurum ve dostum Serdar Sabri Özkubulay’ın 3 Şubat 2008’de Radikal İki’de yayınlanan yazısından aynen aktarıyorum:

“13 Mayıs 1939’da St. Louis transatlantiği 937 yolcusu ile Hamburg-Almanya’dan Havana-Küba’ya doğru yola çıktı. Nihai hedefleri Amerika Birleşik Devletleri’ne girmekti. Geminin yolcuları, Nazi Almanyası tarafından soyup soğana çevrildikten sonra ellerine turist vizesi tutuşturulan Yahudilerdi. Hiçbirinin geri dönmeye niyeti yoktu ama şirketin kuralları gereği hepsi gidiş-dönüş bileti almak zorunda kalmıştı. Almanya’ya bir daha geri dönmemek koşuluyla toplama kamplarından salıverilen Yahudiler bile gidiş-dönüş bilet ücreti ödemişti.

Gemi iki hafta sonra, 27 Mayıs’ta Havana gümrüğüne vardı. Küba (Batista’nın Kübası), mültecilerden yeteri kadar para kazanmayacaksa onları almaya yanaşmıyordu. Adam başına 150 dolarla başlayan pazarlık 500 dolara kadar çıktı ama Küba toplam 1 milyon dolar talep ediyordu. Küba ile uzlaşma olmayınca gemi Miami’ye doğru hareket etti, yolcuların ABD’ye giriş izinleri vardı ama işsizlik ve diğer ekonomik sorunlar nedeniyle, geminin girişi hükümet tarafından engellendi.

Kabul eden yok

Geminin kaptanına Hamburg’dan gelen direktif, yolcuları hangi ülke kabul ederse oraya bırakabileceği yönündeydi. Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Ekvador, Şili, Kolombiya, Paraguay ve Arjantin’e sırayla başvuruldu. Hepsi de gemiyi geri çevirdi. Bu arada tüm dünya medyası olayı takip ediyordu. Gemiye ‘Dünyanın Utanç Gemisi’ adı takılmıştı.
Gemi geriye, Avrupa’ya doğru yöneldi. Almanya, Yahudileri kimse kabul etmezse onları geri alabileceğini açıkladı. Ama aldığında başkalarının istemediği Yahudilere ne yapacağına kimsenin karışma hakkı da olmayacaktı artık.

Yolcular umutlarını kaybetmek üzereyken Belçika, Hollanda, İngiltere ve Fransa mültecileri kabul edeceğini açıkladı 17 Haziran’da, bir aydan fazla denizde kaldıktan sonra ilk ayrıldıkları limandan 500 km. kadar uzaktaki Antwerp limanında karaya indiler. 1 Eylül’de II. Dünya Savaşı başladı. 937 yolcu savaş boyunca Nazi işgali altındaki Avrupa Yahudilerinin kaderini paylaştı. 250’sinin öldüğü tahmin ediliyor.

Aradan yaklaşık 70 yıl geçti, cellât aynı, kurbanlar değişti. Şimdi bugün Gazze’de yaşayan Filistinliler, Akdeniz’de tıpkı Struma’dakiler gibi abluka altında kaderlerini bekliyorlar ve yine tıpkı St. Louis transatlantiği gibi yanaşacak bir liman arıyor.”

Ürdün neyin kefaretiydi?

Osmanlı Devleti, Napeoleon’un 1798-1801 tarihleri arasındaki Ortadoğu Seferi’nden sonra, Ürdün (Şeria) Nehri’nin doğu yakasındaki Mavera-ı Ürdün (Trans Ürdün) diye anılan kesimine başta Çerkesler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitmişti. 1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla Britanya’nın otorite alanı sayılan Filistin topraklarının yüzde 70’i Mavera-ı Ürdün’deydi. 1921 yılında, Mekke Şerifi Hüseyni’nin oğlu Abdullah, Balfour Deklarasyonu’nu ve 1920 San Remo Konferansı kararlarını protesto etme bahanesiyle Ürdün bölgesini işgal etti ve o sırada Fransız egemenliğinde olan Suriye’ye saldırmaya kalktı. Fransızlarla bozuşmak istemeyen Britanya’nın araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ı Ürdün’ün başına getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklarasyonu’nun kefaretini ödemiş oldu.

O tarihte Ürdün Emirliği’nde çoğunluğu Bedevi 400 bin kişi yaşıyordu. Halkın yüzde 20’si, nüfusları 30 bini geçmeyen dört şehirde meskûndu. Böyle bir ülkeden modern bir devlet yaratma gayretine giren İngiliz memurlar savunma, finans ve dış politikayı yönetiyorlar, Emir Abdullah iç işlerine bakıyordu. Bedevi güçlere karşı bir denge unsuru olmak üzere Araplar tarafından Peake Paşa diye adılan F.G. Peake adlı bir İngiliz memurun gözetiminde bir de polis gücü oluşturulmuştu. 1923’de Britanya ülkeyi bağımsızlığa hazırlanan bir milli devlet olarak kabul etti. 1926’da Vadi Musa ile Petra arasındaki bölgede kabile gerginlikleri yaşanması üzerine Abdullah hükümetine Ürdün Sınır Kuvvetlerini kurma izni verildi.1927’de bölge Filistin mandasından ayrı bir yapı olarak tanındı. 1939’da ise Britanya Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete bıraktı. Böylece Britanya bölgede kendisine sadık bir ülke imal etme projesinin son adımını atmıştı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sırasında Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batı Şeria 1950’de resmen Ürdün’e bağlandıktan sonra devlet son şeklini almış oldu. Irak kralı Faysal’ın ‘beceriksiz’ denilen kardeşi, herkesten becerikli çıkmış ve Haşimi Ailesi’nin kendi bağımsız krallığını kurma düşünü gerçekleştirmişti. Üstelik ne bölgeden ne de dünyadan ciddi bir itiraz görmeden…
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray

Re: 90 Yıldır Kanayan Yara: Filistin

Mesaj gönderen Siyabend » 17 Oca 2009 12:05

İntihar saldırıları için ilk fetva 1983’te Lübnan’daki Hizbullah eylemleri için İranlı mollalarca verilmişti. Bugün en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Anlaşılan, ‘bir kısas olmadan bir insanı öldüren bütün bir kâinatı öldürmüş gibidir’ ayeti, Filistin için geçerli değil.

İsrail-Türkiye ilişkileri

Ocak 1950’de Seyfullah Esin’in ataşe olarak Tel-Aviv’e gönderilmesiyle başlayan gayrı resmî ilişkiler, 6 Mart 1950’de İsrail’in tanınmasıyla resmîleşmişti. Bu adım Türkiye’nin Batı Bloğu ve NATO’ya dahil olma politikalarıyla uyumluydu. MOSSAD, aynı yıl Türkiye’de bir istasyon açmıştı.

Türkiye 1951’de Mısır’ın İsrail gemilerini Süveyş Kanalı’ndan geçirmeme kararını protesto eden Batı ülkelerine katıldı. Türkiye ile Mısır’ın ilişkisi bu yüzden gerildi ama Türkiye İsrail’deki temsilcisini geri çekerek ortamı yumuşattı. Ancak İsrail’le ticari, askerî ve istihbarat ilişkileri sürdü. Bu dönemde, Türkiye İsrail’e mülteci geçişine izin verdi.

Haziran 1954’te ABD’yi ziyaret eden Başbakan Adnan Menderes Arap ülkelerini İsrail’i tanımaya davet etti. Mısır Başkanı Nasır, Türkiye’nin İsrail yanlısı politikalarının Arap dünyasında nefretle karşılandığını açıkladığında Türkiye bunlara aldırmadı, çünkü o sırada Batı ülkelerinin Ortadoğu’daki mutemet adamı olmayı hayal ediyordu. Yine de, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için İsrail’le ilişkileri düşük profilli yürütmeyi tercih etti.

Süveyş Krizi

1955’te Bağdat Paktı kurulurken, Türkiye, İsrail’in 1947 sınırlarına çekilmesi karşılığında İsrail’i pakta davet etti ama İsrail’in efsanevi başbakanı Ben Gurion bunu kabul etmedi.

6/7 Eylül 1955 yağmasından sonra ilk iş İsrail’e, ‘Yahudilere karşı herhangi bir ön yargı olmadığı’ yolunda garanti vermek oldu. Ama 1956’da Mısır Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğinde kamuoyu baskısıyla İsrail’i kınamaya mecbur kaldı ve Tel-Aviv’deki ataşesini çekti. Bir de ‘Filistin sorunu çözülünceye kadar’ geri göndermeyeceği tehdidini savurdu ancak, bu lafta kaldı.

1958’de Irak Kralı Faysal’ı deviren Albay Abdülkadir Kasım’ın, Arap milliyetçiliğinin bayrak ismi Cemal Abdülnasır ile yakınlaşması hem İsrail’i hem de Türkiye’yi benzer nedenlerle endişelendirmişti. İsrail etrafını sarılmış hissetmişti, Türkiye ise Kasım’ın, uzun süredir sürgünde yaşayan Molla Mustafa Barzani’yi (Mesut Barzani’nin babası) askerleriyle birlikte Irak’a dönmesine izin vermesinden rahatsızdı. Türkiye, epeydir Kürtlere para ve silah veren, peşmergeleri eğiten İsrail’in Kürtler üzerindeki etkisinden yararlanmak istiyordu.

Film gibi

Türk-İsrail zirvesi macera filmlerine konu olacak şekilde gelişti. O tarihte doğrudan Türkiye uçuşu olmayan El Al’ın bir uçağı İstanbul üstündeyken motorunda arıza çıktığı gerekçesiyle İstanbul’a indi. Uçaktaki İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Dışişleri Bakanı Golda Meir başka bir uçakla gizlice Ankara’ya götürüldü ve Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’le buluştu. Aslında plan az daha Yeşilköy’deki kontrol kulesinin telaşı yüzünden suya düşüyordu. Çünkü kule görevlisi, İsrail uçağının arızasını ciddiye almış, piste itfaiye ve cankurtaran araçları yığmıştı. Neyse, Ankara araya girmişti de, önemli konuklar sağ salim Ankara’ya ulaştırılmıştı. Ankara’daki toplantıda MOSSAD ile MİT arasında yeni anlaşmalar yapıldı. Bu ittifaka İran’ın gizli polisi SAVAK da dahil edildi. Elbette arka planda CIA vardı. Böylece hem Nasırcılığa, hem Kürt tehlikesine, hem Sovyetler Birliği’ne ve komünistlere karşı güçlü bir cephe oluşturulmuştu.

Altı Gün Savaşı

1959’da İsrail Tarım Bakanı Moşe Dayan, Türkiye’ye tarım konusunda yardımcı olabileceklerini açıkladığında Türkiye’de bazı çevreler tedirgin oldu çünkü böyle bir teklifin yapıldığı ilk ülke Türkiye’ydi. Halbuki aynı dönemde MOSSAD Kıbrıs’taki Türk direnişçileri eğitmeye başlamıştı.

İki ülke arasındaki ilişkiler 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da aynı minval üzerine devam etti ama 1964’te Kıbrıs dolayısıyla ABD ile yaşanan ‘Johnson Mektubu’ krizi, ABD’ye mesafe koyarken İsrail’e de uzak durma fırsatını vermişti.

1967’deki ‘Altı Gün Savaşı’ sırasında Nasır, Akabe Körfezi’ne İsrail gemilerinin girişini yasakladığında Türkiye İsrail’i desteklemedi ama İsrail’e yaptığı tek baskı Mısır’dan aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’den aldığı Golan Tepeleri’nden çekilmesini istemek oldu.

Filistin konusunda en ciddi tavır, 11 Eylül 1967’de Başbakan Süleyman Demirel ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da buluştuğunda konuldu. İki lider, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen bir bildiri yayınladılar. Ardından Demirel Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti ve Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı duruşunu tekrarladı. Bu dönem, Türkiye’nin Araplarla İsrail arasında ilk kez dürüst bir hakemlik görevi yaptığı dönemdi.

Elrom cinayeti ve Balyoz Harekâtı

16 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom, Türk Halk Kurtuluş Cephesi adlı solcu örgüt tarafından kaçırıldı. Elrom, 22 Mayıs’ta bir apartman dairesinde ölü bulundu. 23 Mayıs günü İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi ve bütün şehir didik didik arandı. Olayın failleri hariç pek çok solcu tutuklandı, binlerce kitaba el kondu. Türk solunun bilinçaltında, Balyoz Harekâtı adlı bu sindirme kampanyası ile İsrail ister istemez ilişkilendirildi.

Silah alımına devam

6 Ekim 1973’te Mısır, Süveyş Kanalı’nın doğusundaki Bar-Levi Hattı’nı geçip İsrail ordusunu gafil avladığında Türkiye epey rahatlamıştı çünkü dünyada petrol krizi vardı ve Türkiye, petrol için Arap ülkelerine ve OPEC’e göbekten bağlıydı. Ancak, arka plandaki stratejik ortaklıktan dolayı olsa gerek, OPEC’in baskılarına boyun eğip de İsrail’le ilişkilerini kesmedi. Nitekim 1974’te Kıbrıs Harekâtı yapılırken iki ülkenin istihbaratının sıkı işbirliği yaptığı söylendi. Ancak, Başbakan Bülent Ecevit Kasım 1975 tarihinde BM’de Arap ülkeleri tarafından hazırlanan ‘Siyonizm’in ırkçılıkla eşdeğer olduğunu’ söyleyen karar tasarını destekleyerek İsrail’i bir kez daha ters köşeye yatırdı. Bununla da kalmadı, bir kaç ay sonra Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Ancak, her zamanki faydacı tavrıyla İsrail’den Safir füzelerini, Hetz tanklarını, Uzi makinelilerini almaya devam etti.

Türkiye, 1978’deki Camp David ‘Barışı’ndan sonra Araplara yakın durmaya başladı. Aynı yıl FKÖ Ankara’da büro açtı. Çünkü Demirel hükümetine destek veren MSP İsrail’e karşı sesini yükseltmiş, Türkiye, İran İslam Devrimi yüzünden tavana vurmuş petrol fiyatlarından dolayı Arap ülkelerine daha muhtaç hale gelmişti. Ancak sonra öğrenildi ki, Lübnan iç savaşı ve Türkiyeli radikal-sol örgütlerin Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki örgütlenme çalışmaları yüzünden İsrail istihbaratıyla sıkı işbirliğine devam etmişti.

ASALA’ya karşı elele

1982’de petrol fiyatlarındaki düşmeler sayesinde Arap ülkelerine bağımlılıktan biraz olsun kurtulan Türkiye, İsrail’le daha açık ilişki kurmaya başladı ama esas neden Lübnan’da konuşlanan ASALA benzeri Ermeni örgütlerini MOSSAD yardımıyla etkisiz hale getirmekti. 4 Nisan 1985’de Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu, İsrail’in Washington Büyükelçisi Meir Rosenne ile buluştu. Amaç, ABD’nin Türkiye’ye yardımlarında İsrail’in aracılık etmesini sağlamak ve Türkiye’yi soykırım iddialarıyla bunaltan Ermeni lobisine karşı denge unsuru olarak kullanmaktı. Bölgede Türkiye’den başka dostu olmayan İsrail bu işi seve seve yaptığı gibi, basınında Ermeni Tehciri’ne veya azınlıklara ilişkin tek kelime haber yayınlatmadı.

İsrail’le ilişkiler, Aralık 1987’de Filistin’de patlak veren İntifada eylemiyle tekrar zora girdi. Türkiye iki arada denge tutturmaya çalıştı, İsrail her zamanki gibi alttan aldı, ses çıkarmadı.

Manavgat suyu

1994’te Ezer Weizman and Şimon Peres Türkiye’yi ziyaret ettiler ve Süleyman Demirel’le görüştüler. Aynı yıl Manavgat Nehri’nin suyunu İsrail’e satma konusu gündeme geldi. İsrail düşmanı kesimler hop oturup hop kalkınca, Manavgat’ın altın kıymetindeki suyu denize akmaya devam etti.

İsrail’in cesaretlenip Türkiye’ye ilk kez tepki göstermesi, 16 Eylül 1994’de Başbakan Tansu Çiller ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in FKÖ lideri Yaser Arafat’ı Ankara’da ağırlamasıyla oldu. Kasım 1994’de İsrail’e giden Çiller, ortamı yumuşatmak yerine Kudüs’te Filistinlilerin merkezini ziyaret edince kıyamet koptu. Koptu da ne oldu derseniz, askeri ilişkiler ve MİT, MOSSAD ve CIA işbirliği bütün hızıyla devam etti.

Sonuç olarak, Türkiye İsrail’le ilişkilerini hep saklamak ihtiyacı hissetti. Bu ilişkiden hep mahcubiyet duydu. Böylece İsrail’i meşru bir devlet olarak görmediğini ima etti. Ancak gayri meşru gördüğü bu devletle gayri meşru ilişkileri kurmakta beis görmedi. İsrail ise Türkiye’nin çizdiği bu çerçeveye razı oluyor gözüktü. Bunu yaparken de muhtemelen kendini aşağılanmış hissetti. Filistin gibi karmaşık bir soruna, kafası İsrail konusunda bu kadar karışık olan bir Türkiye’nin ne gibi bir katkısı olacağını hep birlikte göreceğiz.

Kaynak: Jacob Abadi, Israel and Turkey: From Covert to Overt Relations, http://www.lib.unb.ca/Texts/JCS/Fall95/abadi.pdf; M. Hakan Yavuz. “Turkey’s Relations with Israel.” Dış Politika, XV, no.3-4 (1991), s. 41-69; George E. Gruen, “Turkey’s Relations With Israel and Its Arab Neighbors,” Middle East Review; Spring 1985, s. 33-43; Ömer Kürkçüoğlu, “Turkey’s Attitude towards the Middle East Conflict,” Foreign Policy, 5. no. 4 (1976), s. 23-33.

FKÖ’ye karşı HAMAS kartı

13 Kasım 1974’te BM Genel Kurulu’nda 91 dakikalık bir konuşma yapan Yaser Arafat birden dünyanın gündemine oturmuştu. Bu konuşmayı tarihî kılan, Filistin sorununun ilk kez BM’de bir devlet ya da hükümeti temsil etmeyen bir kuruluş adına dile getirilmiş olmasıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en aktif üyelerinden El-Fetih’in lideriydi Arafat. Bir şemsiye örgüt olan FKÖ’nün temelleri Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesi’nde atılmıştı. Arap devletleri tarihlerinde görülmemiş bir şey yapıp bir konuda ortak tavır almışlardı. Bir ‘Filistin Milli Fonu’ oluşturmuşlar, askerî okullarına Filistinli öğrencileri almışlar, Arap devletlerinde FKÖ ofislerinin açılmasına olanak sağlamışlardı.

Leyla Halid’i hatırlar mısınız?

1969 yılı Ağustos’unda TWA havayollarına ait bir uçağı Şam’a kaçıran Filistinli teröristlerden birinin kadın olması o yıllarda büyük sansasyon yaratmıştı. Bu cesur kadının adı Leyla Halid’ti. Uçağa İsrail’in ABD elçisi İsaac Rabin’in bineceği haber alınmıştı ancak Rabin uçakta değildi. Leyla Halid’in katıldığı ikinci eylem ise, İsrail havayolları El Al’ın bir uçağının kaçırılmasıydı. Bu sefer uçakta İsrail Askerî İstihbaratı’nın başı Ahron Yarev’in olacağı haber alınmıştı. Amsterdam’da rehin alınan uçak Amman’a gidecekti ama pilot onları Londra’ya götürdü, ekipten Nikaragualı Patrick orada öldürüldü. Sonra İngilizler Leyla Halid’i tutukladı. Ertesi gün Dubai’den kalkan bir uçak Leyla Halid’i kurtarmak amacıyla kaçırıldı. Ve 28 günlük tutukluluktan sonra Leyla Halid takas edildi. Bu olaylar Filistin davasının dünyada tanınmasını sağladı.

Aradan geçen yıllarda, esas olarak silahlı mücadeleyi öne çıkaran Arafat 1973 yılından itibaren diplomasiye ağırlık vererek FKÖ’ye sürgün hükümeti niteliği kazandırdı. Ekim 1974’te örgüt, Arap Birliği, İslam Konferansı Örgütü ve BM tarafından Filistinlilerin tek meşru temsilcisi olarak tanındı. İşte Arafat’ı BM salonlarına kabul ettiren bu tarihçeydi.

FKÖ, ilk merkezi olan Ürdün’den, 1970 yılında, tarihe Kara Eylül diye geçen kanlı bir savaştan sonra çıkarılmış, Lübnan’a taşınmıştı. Ancak 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesine tepki göstermeyerek büyük itibar kaybetti ve Lübnan’dan da çıkarıldı. Merkez çok uzağa, Tunus’a taşındı.

HAMAS

FKÖ’nün bıraktığı boşluğu, adını ilk kez 1983’te duyuran ‘Al-Harekat al-Muqawama al-İslâmîya fi Filistin (Filistin’deki İslami Direniş Hareketi), kısa adıyla HAMAS aldı. FKÖ seküler bir örgüttü ama HAMAS, Gazze Şeridi’ndeki mülteci kamplarında faaliyet gösteren Mısır’ın kadim Müslüman Kardeşler örgütünün bağrından çıkmıştı. Yıllar sonra, kuruluşunda İsrail’in payı olduğu iddia edildi. İsrail’in amacı, güya FKÖ’nün gücünü kırmaktı. Ancak, 14 Aralık 1987’de başlayan İntifada’dan (Ayaklanma) sonra, İsrail’in yanlış hesap yaptığı anlaşıldı. O gün, Gazze bölgesinde bir İsrail kamyoneti, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasına neden olmuştu. Yaralıların bulunduğu hastanenin etrafında toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik şeklinde başlayan eylemler kısa sürede Batı Şeria’ya yayılmış, protesto eylemleri, grevler yapılmış. İsrail ürünleri boykot edilmiş, yollara barikatlar kurulmuştu. Filistinli gençlerin ve çocukların sapan, taş ve sopalarına İsrail’in cevabı ağır silahlarla verilmişti. 1993’e kadarki Birinci İntifada’da verilen can kayıpları bini aşmıştı.

Cihat ideolojisi

İslam toprağı olan Filistin’de bir Yahudi devletinin İslami açıdan kabul edilmez olduğunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluşunun cihatla olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla İsrail’le görüşmeye gerek duymuyordu. Uzun bir siyasetsizlik dönemi ardından İkinci İntifada başladı. Ancak bu ilki gibi başarılı olmadı. İsrail’in de HAMAS’la görüşmek istemediği HAMAS’ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2003 sabahı cami çıkışında İsrail helikopterinin füze saldırısında öldürülmesiyle anlaşıldı. Halefi, Abdülaziz Rantissi de 17 Nisan 2003’te aynı şekilde öldürülünce, HAMAS’la İsrail’in arası iyice açıldı. İsrail için en kötüsü, 2004 yılı kasım ayında Yaser Arafat’ın ölümüyle başlayan ve Ocak 2005’te Mahmud Abbas’ın devlet başkanlığıyla devam eden siyasî süreçti.

Sabık Yaser Arafat yönetiminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikâyelerinin ayyuka çıktığı bir ortamda, HAMAS temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapılan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde 74 sandalye kazandı. Mahmud Abbas’ın El Fetih hareketi 45 sandalyede kalmıştı. İsrail’in Gazze’nin tamamı ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilmesi de Filistin halkı nezdinde HAMAS’ın hanesine yazıldı.

Mart 2006’da güzel bir gelişme oldu ve o güne dek, İsrail’in varlığını tanımadığını açıkladığı için İsrail tarafından muhatap alınmayan HAMAS, El Kaide’nin, İsrail’i Filistin’den çıkarmak için yaptığı cihat çağrısını, HAMAS’ın hedefinin sadece işgal altındaki toprakları kurtarmak olduğunu söyleyerek reddetti. Ancak, İsrail bu beyana itibar etmemekte ısrar etti. Ve bu günlere gelindi. İsraillilerin derin beka endişesini ve Filistinlilerin derin mağduriyet duygusunu giderecek bir çözüm bulunmazsa, korkarım bu savaş her iki tarafı da tüketecek...

Kaynak: İhsan Dağı, Ortadoğu’da İslam ve Siyaset, Boyut Yayınları, İstanbul 2002; Murat Erdin, Hizbullah ve HAMAS (Düşünceleri, Örgüt Yapıları ve Eylemleriyle), Kastaş Yayınları, 2002.

“Ölülerimizi onların üstüne püskürteceğiz”

1 Haziran 2001’de İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki intihar saldırısından sonra gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü, diş hekimi Abdülaziz Rantissi “eğer İsrail işgali bitmezse ölülerimizi onların üstlerine püskürteceğiz” demişti. Gerçekten de Filistin’de HAMAS’ın kontrol ettiği Gazze’deki üniversitelerin duvarlarında ‘İsrail nükleer bombalara sahipse bizim de insan bombalarımız var’ yazılı. İlan tahtalarında canlı bomba olarak ölüme giden ve ‘şehitlik mertebesine ulaşan’ kahramanlara verilen beratlar, diplomalar asılı. Şehitlerin hikâyeleri web siteleri, duvar gazeteleri, kulaktan kulağa anlatılan hikâyelerle toplumun her katmanına yayılıyor.

‘Bir kısas olmadan...’

İntihar saldırılarına ilişkin ilk fetva 1983 yılında Lübnan’daki Hizbullah örgütünün eylemleri için İranlı mollalar tarafından verilmişti. 2002’de Irak’da verilen bir fetvada “İsrail’e karşı intihar saldırısı gerçekleştiren Filistinlilerin Cihad’ın en yüce mertebesine ulaştıkları’’ ilan edilmişti. Dahası Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin de Filistinli şehitlerin ailelerine 25 bin dolarlık yardımlarda bulunuyordu.

Bugün ise en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Katar üniversitesinde görevli Şeyh Yusuf el-Kardavi intihar saldırısını İslami kurallara uygun bulduğunu açıklamıştı. Hatta intihar saldırısına giderken kadınların bombaları saçlarının ya da çarşaflarının altına nasıl saklayacaklarını bile tarif etmişti. Neyse ki kadınların intihar bombacısı olmaları kolay değil. Katı sosyal normlar, kadınların ailelerinden uzaklaşmalarının da, erkekler tarafından eğitilmelerinin de önünde büyük engel. Öteki engel ise parçalara ayrılsa bile kadının bedeninin erkek polisler ve uzmanlar tarafından incelenmesinin günah olması. El-Ezher İmamı Şeyh Muhammed Tantavi de Batı Şeria’daki işgalci askerlere yönelik intihar saldırılarının şahadet olarak kabul edilebileceğini söylemişti. Anlaşılan, Eski Ahit’te ve Kur’an’da yer alan ‘bir kısas olmadan bir insanı öldüren bütün bir kâinatı öldürmüş gibidir’ ayeti, Filistin söz konusu olduğunda önemini yitiriveriyor...

Sabra ve Şatilla Katliamı

İsrail’in sabık başbakanlarından Ariel Sharon’un politik yaşamının en tartışmalı sayfalarından biri hiç kuşkusuz 16-18 Eylül 1982 tarihinde yaşanan ve tarihe ‘Sabra ve Şatilla Katliamı’ olarak geçen kanlı olaylardaki rolüdür. Beyrut’un güneyindeki bu iki mülteci kampı söz konusu tarihlerde İsrail ordusuna bağlı birlikler tarafından kuşatılmış, birliklerin arasına gizlenmiş Lübnanlı Marunî Falanjist milisler tarafından açılan ateş sonunda, Uluslararası Kızıl Haç örgütünün verdiği rakamlara göre Filistinli ve Lübnanlı 2.750 mülteci hayatını kaybetmişti.

İsrail tüm dünyanın tepkisini çeken olaylardaki ölü sayısını 800 olarak açıklamış ancak sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmek istememişti. BM bile 521 sayılı kararı ile katliamı lanetlemiş ancak suçluların adını anmaktan kaçınmıştı. Halbuki katliamdan kısa süre önce bazı Amerikan, İngiliz ve İsrail gazetelerinde olaya bizzat şahit olan doktorların, hemşirelerin anlatıları yer almıştı. Bunun üzerine İsrail hükümeti bir komisyon toplamayı kabul etti. Kahan Komisyonu, 1983 Şubatında sonucu bildirdi: “Ariel Sharon katliamdan sorumlu bulunmuştur, çünkü Falanjistlerin Filistinlilere ve Lübnanlılara duyduğu büyük düşmanlığı gözardı ederek onları birliklerine dahil etmiş, onları eylemleri sırasında denetlememiştir. Onun yapması gereken Falanjistlerin kampa girmesini engellemekti.” Peki, bu raporun sonucu ne oldu derseniz, cevap koca bir hiç!
Cevapla

“Tarih” sayfasına dön