Bardakçı Murat Bey’e Cevabımdır

Beğendiğiniz veya eleştirdiğiniz yazılar
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray
Bardakçı Murat Bey’e Cevabımdır

Mesaj gönderen Siyabend » 28 May 2009 19:16

Murat Bardakçı ve yayın organının, ayrıca oradan buradan gelen başka saldırıların yarattığı ortamda, bunlara cevap vermenin zahmetine değer bir iş olup olmadığını düşünmek zorunda kaldım. Sonunda –görüldüğü gibi- yazmaya karar verdim. Çünkü insanların bilgi eksikliğine güvenerek, “bilgi” üzerinden bir kampanya açıyor. Bunun ne olduğunun deşifre edilmesi gerek. Öbür yandan, dizgi yanlışını ve bulduğu her şeyi benim cehaletimin kanıtı haline getirmeye çalışırken, bazı dalgınlık kusurlarını göstermiş ki, bunların da kabul edilmesi ve doğrusunun açıklanması gerekiyor.

Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, bayağı hacimli bir kitap oldu: Ampirik ve olgusal bir kitap olmaktan çok, Osmanlı tarihi üstüne düşünmeye yönelik ve biraz da resmî tarihin bir tür “ortodoksi” kaybetmiş yargılarını yeniden düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Buna karşılık, çeşitli tablolar, padişahların ölüm-doğum yılları, sadrazamların sadaret yılları gibi bazı ampirik bilgileri de bulundurmak istedim. Bunların hazırlanmasında, Bilgi Yayınları’nın genç editörlerinden biri bana yardımcı oldu. Bu listelerde benim de gözümden kaçan birkaç yanlış olmuş.

Örneğin bu sayfaların birinde, yan yana duran iki padişahtan Osman Gazi’nin ölümü 1324, oğlu Orhan Gazi’nin padişah oluşu 1326 olarak yazılmış. Bu yanlış, tabii. Yılları çıkaranın da, tashihçileri de, benim de gözümüzden kaçmış.

Bardakçı, saldırı yazısında, benim bu yanlışları başkalarının üstüne atacağımı da yazmış. Şimdi, böyle bir cevaba karşılık, “Ben demedim mi?” diyecektir. “Fahiş hata” diye şamatasını yaptığı şeylerin ne menem şeyler olduğunu kendisi de bildiği için böyle bir tedbir almış olsa gerek.

İmdi, dediğim ampirik bilgi bulundurma planının bir parçası da, kitabın sonuna eklediğim “karşılaştırmalı kronoloji”ydi. Bunu tabii ben hazırladım. Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladım. Orada, Osman Bey’in ölüm tarihini 1326 olarak gösterdim. Bu da kitaba bakınca görülebildiğine göre, geniş nükte yeteneğiyle Bardakçı’nın o iki yıllık boşlukta Hotanto reisi mi, Aztek imparatoru mu padişahlık yaptı sorusu cevaplanmış oluyor. Bu ince nüktenin esbab-ı mucibesi de sözkonusu kronolojide Amerika veya Japonya gibi uzak yerlerde olan önemli olayları da kaydetmeye çalışmam olmalı.

Murat Bardakçı Osman Bey’in 1324’te öldüğünü ileri sürüyor. Malûm, Osmanlı tarihi boyunca başka takvimler kullanıldığı için (ve normal, uzun süre geçince kaynakların azalması sorunu) bu tarihler hep tartışmalıdır. Nitekim eski İslâm Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi, ayrıca da Ana Britannica, benin Kronoloji’de gösterdiğim 1326 tarihini kabul ediyorlar. Danişmend şu anda elimin altında olmadığı için ona bakamıyorum.

Uzunçarşılı ise, Oruc Bey tarihine göre Osman Gazi’nin 1327’de vefat ettiğini söyledikten sonra “Fakat vekayiîn tetkikine göre vefatının 1326’da Bursa’nın teslim alınmasından sonra olduğu anlaşılıyor” demiş ( O.T., cilt 1, s. 113). Aynı yerde şunu da ekliyor: “Tarihlerde Osman Bey’in vefatı senesi sarih olarak gösterilmeyip 1310 ile 1326 arasında muhtelif senelerde gösterilmiştir.”

Demek ki; bu saydıklarım hepsi benim gibi cahil ve bir tek Murat Bardakçı doğruyu biliyor. Ama zaten 1324’tür veya 1326’dır gibi bilgi kırıntılarını dile dolayarak bir “tarihçilik” tartışması yapılmaz. “Bilgi”nin ne olduğu konusunda “bilgisizlikle”le mâlûl olmadıkça insan bunları sözkonusu bile etmez. Bardakçı bana ilk saldırdığı yazısında bir malumatfüruşluk çabasıyla 3. Ahmed’in kızı Esma Sultan’a da değinmişti. O yazıda, bu Esma Sultan’ın 1848’de öldüğü yazılıydı. Bu tabii yanlıştı. Ama ya Bardakçı bunu böyle yazmamıştı, bir dizgi yanlışı olmuştu ya da kendi öyle yazmış olsa bile bu ancak bir dalgınlık olabilirdi, çünkü böyle olmayacağını bilirdi (“Murat Bardakçı bile” diyerek iltifatını geri göndereyim). Aynı düzeyde ya da zihniyette olsam, “Esma Sultan’ı 1848’e kadar yaşatmış!” diye kıyamet koparmalıydım.

Gene aynı kesin ve kestirme eda ile, Orhan Gazi’nin ölümü için, “Murat Bey’in yazdığının aksine 1361 değil 1362’dir” buyurmuş. Bu cümlede “aksine” kelimesi yersiz. Bu konuda İslâm ve Türk Ansiklopedileri Bardakçı’nın 1362’sini kabul etmişler. Britannica ise 1360 diyor. Uzunçarşılı “1361 M. senesinde veya pek az sonra Orhan Gazi vefat etti” demiş (A.y., s. 158-a). Kimbilir daha kaç farklı iddia vardır.

Bakalım başka hangi “fahiş hata”ları işlemişim? 153. Sayfada adı geçen “Muteber Kadın” değil, “Mutebere Kadın”mış! Çağatay Uluçaylı şöyle diyor: “I. Abdülhamid’in beşinci kadını idi. Mühürlerinin üzerinde ‘Devletlû beşinci Muteber Kadın Hazretleri yazılıdır” ( Ç. Uluçaylı, Padişahların Kadınları ve Kızları, s. 107). Ben Uluçaylı’yı Murat Bardakçı’dan daha güvenilir bir kaynak olarak kabul ediyorum. Ama Uluçaylı da “Mutebere” deseydi ne lâzım gelirdi? Bir dizgi yanlışı da olabilecek bir “e” harfinin fazlalığı veya eksikliği için davul çalmanın bir âlemi var mı? Bir “e”nin eksikliğinden önce ciddi bir terbiye eksikliğiyle karşı karşıyayız.

Reisülküttab’ın Divan-ı Hümayun üyesi olduğunu yazmışım, bu yanlışmış. Ya? “... Sadece sekretaryada” çalışırmış. Peki, ben ne demişim? Şunları söylemişim: “... Divan-ı Hümayun gibi bir kurulun çeşitli yazışmalarını yürütecek ve tutanakları tutacak birileri bulunmalıdır. Reis-ül-küttab bu işleri yürüten kâtiplerin reisiydi” (OKK, s. 161). Herhalde okuduğunu da anlamayacak kadar gözü dönmüş, nefretinden ve yanlış bulma hırsından.

Ancak Reis-ül-küttab zamanla, şimdi Dışişleri Bakanları’nın yaptığı işlerden bazılarını üstlendi. Bunu açıklamak için de bu “yazıcılık” işinin artan önemine örnek olmak üzere Komünist Partiler’de “Genel Sekreter”in ve Amerika’da “Secretary of State”in nasıl evrildiğini anlatmıştım.

“Kasr-ı adl” konusundaki ukalalık da tamamen yersiz. Bir dizgi yanlışı olduğu besbelli. “Katl” ile “Katil” farkı gibi “adl” ile “adil” i de karıştıranlar olabilir Türkiye’de. Ama bunu bilmek için “allame-i cihan” olmak gerekmiyor.

Gedik Ahmed Paşa’nın ölüm tarihi, evet, yukarıda anlattığım o listede yanlış yazılmış. Bu yanlışı tesbit etmiş olmanın sevinci Murat Bardakçı’nın üslûbuna şöyle yansıyor: “Paşa, Murat Bey’in uydurduğu tarihten sonra maalesef beş yıl daha yaşamış ve 18 Kasım 1482’de, üstelik Fatih değil, İkinci Bayezid tarafından idam ettirilmiştir. Bu, her ilmin üstadı Murat Bey’in, Bayezid’in ‘Gedik’i tepeledim’ diye başlayan ve edebiyat tarihlerinde bile mektup formuna örnek olarak okutulan meşhur yazısından da bihaber olduğunu göstermektir.”

Listeleri yapmadığımı açıkladım. Ama “son okuyan” ben olduğuma göre bu gibi yanlışların piyasaya verilen baskıya çıkmasında benim de sorumluluk payım var. Şimdi Bardakçı gene “başkalarına atıyor” diyebilir. O zaman bir zahmet benim hazırladığım Kronoloji’ye bakın: 1482 yılının siyasî olayları arasında “Şehzade Cem yenilerek Rodos’a sığındı. Gedik Ahmed Paşa idam edildi” cümlelerini göreceksiniz. Bunların bir üstünde, II. Mehmed’in 1481’de öldüğü de yazıyor.

Demek bütün bu hakaretlerin, afra tafraların bir temeli yok. Bunları Murat Bardakçı’ya anlatmanın mümkün olmadığını biliyorum. İlk Esma Sultan saldırısında, bu çapkınlık hikâyelerini anlatanın Nahit Sırrı olduğunu söylemiştim. Oralı değil. Hâlâ “Nahit Sırrı’yı kaynak edinen Murat Belge...” diyor, televizyonda aynı şeyleri söylediğini tanıdıklar anlatıyor. Tarihî olguları öğrenmek için Nahit Sırrı’ya başvurmayı hiç düşünmedim ama bu toplumun yazı hayatında Bardakçı’nınkinden çok daha önemli bir yeri vardır ve söyledikleri bu nedenle ilginçtir.

Bardakçı ikinci gün döşendiği yazısında “Musiki” üstünde durmuş: uzun uzun “Hamparsum notası”, “Kantemiroğlu notası” anlatmış ki, bunun nereden çıktığını kitaba bakıncaya kadar anlayamadım. Meğerse, kitabın görsel tasarımını yapan arkadaş bölüm başlarına vinyet koyarken bu bölüm için de böyle bir eski nota yazımı resmi seçmiş: yanına da minicik bir “Hamparsum notası” yazısı eklemiş. Bardakçı uzun uzun bunun yanlış olduğunu anlattıktan sonra, “... yaptığı hatanın sebebi ise, büyük ihtimalle asıl kaynaktaki yanlış bilgidir” diyor. Demek ki böyle bir şey var. Tasarımı yapan arkadaş gördüğü sözü aktardı. Ben bunları bilmem, onun için ayırt etmeme zaten imkân yoktu. Ama bunları bilmekle yükümlü olduğumu da düşünmüyorum tabii.

“Müsemmen” ve “raksaksağı” gene gözden kaçmış dizgi yanlışları (500 sayfalık kitapta). “Usul”den söz ederken “rast” aksağı ne demek olur? Böyle bir kelime yok zaten.

Şeştar için “uda benzeyen bir çalgıdır” demiş. Osmanlı musikisi konusunda öncelikle Yılmaz Öztuna’dan yararlandım. “... Psalterion’a benzetmekte ve ‘Türk arp’i =harpe turc diye de anılmaktadır. Mızraplı değildir, bir kucak çengi gibidir” sözleriyle çoktan unutulmuş bu sazı betimlemiş (TMA, cilt III, s. 284). Böyle betimlenen bir saz uda mı daha çok benzer, santura mı?

Hafız Post’un andığım şarkısı rast değil, rehavî imiş ve “bunun böyle olduğunu musikiye yeni başlayan herkese öğretirler”miş.

Öztuna’da “Hafız Post” maddesine bakıyorum: “Biz âlude-i sâgar-ı bâdeyiz” şarkısının karşısında aynen şu yazı var: “Rast (Rehavî) Yürük Semai”.

Bir de şunu alıntılayayım: “Murat Bey, ‘lavta’nın unutulduğunu, bizdeki son icracıların Tanburî Cemil Bey ile Andon olduğunu iddia etmektedir, ve böyle yaparken maalesef uydurmaktadır... Üstelik zamanımızın lavta icracılarından biri, haddim olmasa da, bendenizimdir.”

Evet, doğru. Tanburî Cemil Bey ve Andon’dan önce, “Bardakçı Murat Bey bu sazın üstadıdır” diye yazmam gerekiyordu.

Doğu dünyasında da, Batı dünyasında, çeşitli nedenlerle çalınmaz hale gelen, kimi kısmen, kimiyse tamamen unutulan birçok saz vardır. Ama eski musiki örneklerini kendi sesleriyle yeniden canlandırmak için bunları çalmayı öğrenen, hattâ uzmanı olan müzisyenler de çıkar hep. Batıda “viola da gamba” olsun, “recorder” olsun, “klavikord” olsun, bunları çalanlar vardır, ama bu, sazların hayatiyetlerinin devam ettiği anlamına gelmez. Aslında lavtanın batıya sıçramış akrabası lut (“la aud”) da biraz böyledir.

Bizdeyse, ud çalan ve tanbur çalan birinin lavta da çalması bir hayli kolay olduğu için büsbütün unutulmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama bu onun da kanun, ney, tanbur veya kemençe gibi olmazsa olmaz sazlar arasında olduğu anlamına gelmez.

Murat Bardakçı’yla bundan böyle ilgilenmeye niyetim yok. Çirkin sözlerle saldırdı. Tarihin birtakım girift sorunlarına âşina olmayan insanların kabul edebileceği iddialarda bulundu. İddialarının ve saldırısının gerçeklikle ve düşünce namusuyla (“arkadaşım gezisine gitmiş... bana anlattı ki...”) ilgisini göstermek için bunların yazılması gerekli oldu. Yazıldı ve bitti. Bu kafadarlar, bana İngiliz filologu olduğumu hatırlatmaktan hoşlanırlar. Ben de, Bardakçı’nın saldırısını, kendi alanına çekilerek, Shakespeare’den bir alıntıyla bitireyim: It is a tale told by an idiot, full of sound and fury, signifying nothing.

MURAT BELGE


Cevapla

“Köşe Yazıları” sayfasına dön