"Bir Kürt Olarak Huzur İçinde Yaşamak İstedi"

Ünlülerle yapılmış röportajlar
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray
"Bir Kürt Olarak Huzur İçinde Yaşamak İstedi"

Mesaj gönderen Siyabend » 15 Kas 2008 23:46

12 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde bütün salon birden ayaklanmıştı. Çatallar ve bıçaklarla beraber küfürler de aynı yere yönelmişti. Bir tarafta garsonların kurduğu barikatı aşmak isteyen ve hep bir ağızdan 10. yıl marşını okuyan onlarca kişi, bir tarafta ise olanlara oturduğu masadan bakan bir ‘vatan haini...’

Ahmet Kaya “Önümüzdeki kasette Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı yapıyorum...” sözleri yüzünden o gece linç edilmek istenmişti. Daha sonrasında hakkında çıkan, doğrulanmayan iddialar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Ama gittiği Paris’te fazla dayanamadı ve 16 Kasım 2000’de hayatını kaybetti. Ahmet Kaya’ya o gece küfür edenler unuttular belki o geceyi ama biri unutmadı. Gülten Kaya... Her geçen gün Ahmet Kaya’yı daha da özlediğini, boşluğun her geçen gün daha da arttığını belirten Gülten Kaya, kızgınlığının da asla geçmediğini söyledi. Kaya, NTVMSNBC’ye Ahmet Kaya’yı, o geceyi, Ahmet Kaya’sız 8 yılın nasıl geçtiğini, Türkiye’de Kürt olarak yaşamayı ve huzurla arkasına yaslanacağı günü anlattı.


Ahmet Kaya’sız sekiz yıl geçti. Bu sekiz yılda neler yaptınız? Neler yapıyorsunuz?

Sekiz yıla çok yukarıdan bir yerden, kendimin de üzerinde bir yerden baktığım zaman çok üretken geçtiğini söyleyebilirim. Adeta o aramızdaymış gibi üretken geçti. O bakımdan süreç hiç kesintiye uğramadığı için huzur hissediyorum.

Ama kişisel düzeyde bakıldığında, ‘zaman iyileştiricidir’ sözlerinin de bir şey ifade etmediğini görüyorum. Aksine zaman boşluğu çok büyütüyor, çok özletiyor ve daha da çözümsüzleştiriyor. Belki sıcağı sıcağına bunu çok iyi algılayamıyorsunuz ama araya giren zaman size şunu düşündürtüyor: ‘Yok ve bir daha asla olmayacak...’ Bu çok daha net ve kesin bir gerçek olarak çıkıyor karşımıza. Yani zaman asla iyileştirici değil. Ama iyileşmenin yollarını arıyor insan, nasıl dengeleyebilirim diye düşünüyor. Ben şu formülü buldum; Empati yapmak... İçi boşaltılmış bir kavramdır ama doğru kullanıldığında çok değerlidir. Yıllarca Ahmet’in mutfağında çalışmış, hayatı paylaşmış, yol arkadaşı olmuş birisi olarak neler yapılmasını istediğini çok kurguluyorum. Empati orada çok işe yarıyor. Dolayısıyla kendimi iyileştirmenin yolunu biraz üretmek olarak buldum. O bana çok iyi geliyor.

Günümün çoğu bu ofiste geçiyor. Yani hep fikir bulmak, yeni proje yapmak, bu süreci kesintiye uğratmamak, şarkıları hep hayatın ortasında tutmak... Bu öyle bir noktaya gelmiş ki kızım bir gün, “Beni de fark et, benimle de biraz zaman geçir... Babam olsa sana çok kızardı” demeye başladı. Ben bir fark ettim ki ona bile zaman ayıramıyorum. Böyle geçirmişim sekiz yılı ama bundan sonrasında nasıl olur, nasıl yürür bilemiyorum şimdi.

Geriye dönüp baktığınız zaman neler hissediyorsunuz? Bir röportajınızda “Artık bende savunma değil, saldırgan refleks gelişti. Mahvolan hayatımın hesabını sormak istiyorum. Çünkü ben eşimi kaybettim. Kızımın bir daha babası olmayacak. Bu mu medyanın sorumluluğu?” demiştiniz. Kızgınlığınız devam ediyor mu?

Dozunu hiç kıramadım. Ahmet’ten öğrendiğim, bağışlayıcı olma tavrını emrediyor ama kendimi bundan soyutladığımda bu kadar hoşgörülü ve bağışlayıcı olamıyorum. Kendimle kaldığım zaman da törpüleyemiyorum. Törpülemek de istemiyorum. Törpülediğim zaman kendi içimde büyüteceğim, başka türlü bir infilak yaşayacağım. Kendimle yüz yüze geldiğimde asla kimseyi bağışlamadığımı görüyorum. Bu kadar masum bir süreci, masum bir talebi bu noktalara getiren hiç kimseyi, küçücük paylara sahip olanları dahi bağışlamıyorum.

Zaten tarafsızlık çok daha kötüdür. Ben bu gri tavrı hiç sevmem. Tavrını net ortaya koyanlar benim tam karşımda dursalar da onu kendi içinde daha tutarlı bulurum. O tarafsızlık, nesnel durmak objektif kalmak değil, onunla karıştırmayalım. Yani hayat bazı olayları gözümüze sokar ve orada gerçekten taraf olmayı hayat emreder.

Kızgınlığınız var medyaya ama bir yandan da Ahmet Kaya’ya yapılanları unutturmak istemiyorsunuz. Bu sebeple medyaya kapınızı tam anlamıyla kapatmıyorsunuz.

Bu kapıyı açık tutmak benim için çok önemli. “Ahmet Kaya’yı Türkiye’ye getirecek misiniz?” sorusuna da buradan yola çıkarak cevap veririm. Getirmeyerek bu kapıyı açık tutuyorum zaten. Yeter ki bu haksızlığın parçası olanlar gelip benimle bunu gerçekten konuşma cüreti de bulabilseler. Böyle bir şey hiç olmadı. Özeleştirel bir olgunluk medyada, hayatın diğer alanlarında hiç olmadığı için zaten onlar o açık kapıdan içeri girmeye çok cüret edemiyorlar. Yoksa kapı her zaman açık ve açık tutmaya da devam edeceğim. Zaman zaman gizli dövüşmeye çalışanlar oluyor. “Ben o sürecin parçası değilim”, “O gece oradaydım ama şu amaçla yaptım”, “Doğru algılanmıyorum, Ahmet Kaya çok iyi insandı, bu beni üzüyor” gibi ifadeler çok tutarsız geliyor bana. Bunları sahici bulmadığım ve bu konuşmaları doğrudan benimle yapmadıkları için tutarsız geliyor. Mesela son bir yıl içerisinde bu olayla adı en çok geçen insanlardan bir olan Reha Muhtar, bunu yapmaya çalıştı. Onun gazetede bir köşesi var. Kamusal alanda herkese ulaşarak kendini aklama çabasına girebiliyor ki bana göre aklayamaz. Ben bunun tarafıyım ve ona cevap yazdığım zaman bana tekrar cevap veriyor ama bunu orada yayınlamıyor. Kamuoyu benim yanıtımı hiç bilemeden onu ikinci kez okumuş oluyor örneğin. Yani eşit şartlarda dövüşmemiş oluyoruz. Bu kaçak dövüş. Ben o gecenin, o gecedeki atmosferin, her şeyin tanığıyım. Gördüğünüz zaman bunu değiştiremezsiniz, bunu görmüşsünüzdür artık. O bakımdan benim asli derdim Ahmet Kaya’yı doğru algılatmak. Yoksa birazcık onların baktığı pencereden baksam ‘iyi çocuktu’ gibi algılanacak.

Medyanın Ahmet Kaya’yı ve o geceyi görmezden geldiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu durum Ahmet Kaya yaşarken de böyleydi. Onu her zaman görmezden geldiler. Çünkü Ahmet Kaya ‘iyi bir çocuk’ değildi. Her zaman muhalifti. O yüzden her zaman görmezden gelindi. Onların ‘iyi çocuk’tan ne anladığı önemli. Bu ülkede 30 yıldır akan kanı, sosyal hayattaki çarpıklıkları, ayrımcılıkları görmeyerek var olmaksa ‘iyi çocuk’ olmak, Ahmet Kaya asla ‘iyi çocuk’ değildi. Mesela burada çok hoş, çok renkli bir çiçek var. Ahmet Kaya bu değil. O, kumlu ve sert topraklarda bir kaktüstü. Bu renkli çiçekler solup gider ama kaktüs her zaman kalır. Ahmet Kaya’nın dikenleri vardı ve o dikenleri devamlı birilerine batırıyordu. Ahmet Kaya hiçbir zaman pembe renkli bir çiçek değildi. Bu kadar sert bir hayatın içinde onun hissettikleri hiçbir zaman çiçek, böcek, kelebek olmadı. Keşke öyle olabilseydi ama bir sanatçının bunu seçme şansı yok. Sizi kuşatan, beyninizi kalbinizi saran ne varsa onu yansıtırsınız. Ne yazık ki son 30 yılda da hep sert şeyler yaşandı bu ülkede. O yüzden ne yazık ki kelebek şarkısı yapamadı hiç. Çok uzun yıllar bir insanla birlikte olduğunuz zaman onun genlerini bile öğreniyorsunuz. Ahmet Kaya kendi tavrı olan bir insandı. Tersine, hep tersineydi.

Ahmet Kaya hayatını kaybettikten sonra yazılanlar hakkında neler düşünüyorsunuz?

Ne yazık ki çok değerli gelmiyor bana. Bununla ilgili sadece bireyler, gazeteciler değil bizim dolaysız ittifakımız olması gereken bir takım sivil toplum kuruluşları, partiler de özeleştirisini vermiş değiller kurum olarak. Ama ne yazık ki kötü bedeller ödendikten sonra bizlerin aklı başına geliyor ve ondan sonra topluca tavır almanın önemini kavrıyorlar. Bu o zaman yapılabilseydi, “Bir dakika, bu adam ne dedi?” denilseydi, en azından bu soru sorulabilseydi belki de bu akıbet yaşanmayacaktı. Ahmet Kaya belki şu anda bu ülkenin ‘haylaz çocuğu’ olarak kendi şarkılarını söyleyecekti.

Ahmet Kaya tişörtü giyen birine linç girişimi oldu yakın zamanda. Siz böyle haberleri duyduğunuzda neler hissediyorsunuz?

Aslında bunun açıklaması çok güncel; Başbakan ile pompalı tüfek ilişkisi... Bir ülkenin başbakanı, pompalı tüfeği meşru gördüğü sürece, tişörtten dolayı da şarkıdan dolayı da insanlar birbirini boğazlamaya devam edecek. Bunun sorumlusu pompalı tüfeği de meşru görenlerdir. Sokaktaki ruh halinden kopuk değil ki bunlar. Hakikaten içim parçalanıyor. Hepsinin yaralarını sarmak istiyorum ama... Her birini kendi evladıma yapılmış gibi görüyorum, bu kadar sarsıyor beni ama aynı zamanda beni çok da aşıyor. Yurdun herhangi bir yerinde yaşanan bir olaya müdahale edebilme gibi bir durumum olmadığı için sadece acı duyuyorum.

O gece Ahmet Kaya’nın söylemek istediği sadece Kürtçe bir şarkı söylemek miydi? Yoksa bir şarkı söylemekten daha fazlası mı?

Tabii ki daha fazlası. O bir tavırdı. Bunun bir duruş olduğunu daha iyi gösteremezdi. Seçimler yaklaşıyordu. Ve baraj sistemi Kürt halkının önünde duruyordu. Oradaki amaçlardan bir tanesi yok sayılan bir dilde şarkı söyleyerek o dile selam göndermekse, diğer bir amaç da “Bu halk var ve seçimlere katılmak onların da hakkı. Ben tavrımı onlardan yana koyuyorum” demekti. Sanatçı bunu nasıl sembolize edebilir; o dilde şarkı söyleyerek... Kaldı ki Ahmet Kaya Kürtçe bilmeyen bir insandı. Bir Kürt olduğu halde... Bu da o dili yok sayan sistemin ayıbı.

‘Kürtçe şarkı söylemek’ konusunda bir şeylerin değiştiğini düşünüyor musunuz?

Hiçbir şey değişmedi, kimse kendini kandırmasın. Orada devasa bir mantık ve kararlılık var. Hiçbir şey değişmedi ve o mantık kendini koruduğu sürece değişmez de. Çünkü lolipop şekeri gibi bir şey o. Kimisi o şekeri alıp avunabilir, tatmin olabilir o onların sorunu ama ben asla o lolipopla tatmin olmam. TRT’nin bütün kanallarını 24 saat Kürtçe dilde yayına ayırsalar bile bu benim için yeterli değil. “Evet bir gelişme oldu” diyemem. Bu çünkü öyle bir sorun değil. Bununla çözülecek bir sorun değil. Bunu devlet kanalı üzerinden yaptığınız zaman kendi içinde iflas ediyor. Bırakın bütün kanallar yayın akışına koysunlar özgürce. Ne kadar yer vermek istiyorlarsa o kadar yer versinler. Dünyanın neresinde bu böyle? Cumhurbaşkanı Sarkozy’i milliyetçi buluyorlar ama o milliyetçi adam bile kendi anayasasına Fransa’da konuşulan 60 dili koydurdu. “Hepimiz kardeşiz” diyorlar. Kardeş kardeşi döver mi? Bu da eşimin lafıdır. Ben niye hiç onların kardeşiymişim gibi hissedemiyorum, bu bana niye hiç hissettirilmiyor?

Gelecekle ilgili umudunuz var mı?

Bir sosyalist olarak da bir insan olarak da diyalektiğin yasalarının işleyeceğine inanan birisiyim. Ve oradan besleniyorum. Değişime inanmaktan besleniyorum. Dolayısıyla o inancımı koruyorum, değişime inanıyorum. Bu değişim nasıl olur, o başka bir tartışma konusu. Ama bu değişimin mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorum. Toplumların hayatındaki dönüşümler ne yazık ki birkaç yılı kapsamıyor. Hele bizimki gibi ülkelerde değişimin önünde duran dinamikler bu kadar katıyken, bu süre daha da uzuyor ama mutlaka olacak. Biz bunu yaşayamayabiliriz, o kısmıyla ilgilenmiyorum. Ama mutlaka olacak. Bırakın Ahmet Kaya olayını, o gazetenin köşesinde hala ‘Türkiye Türklerindir’ yazıyor. O zaman bu ülke bana niye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği veriyor? Ben Kürdüm. Ülke aynı zamanda benim mi, değil mi, bileyim. Benim değilse o kimliği niye veriyorlar? Asıl tutarsızlık orada. 50 yıl sonra bir doktora öğrencisi, sosyoloji tezi yazmak istediğinde bu kaynaklara bakacak. Belki bu röportaja da bakacak. O kendi sentezine kendisi ulaşacak. O Ahmet Kaya’nın açıklamasını kendisi görecek. O gazetenin dayanaksız savlarını görecek ve “Vay be!” diyecek. Bunun yapı taşlarını oluşturuyoruz biz aslında. Şu anda bile... Bunu önemsiyorum. Yoksa Ahmet Kaya’yı aklamak falan değil. Neye karşı kime karşı aklayacağım Ahmet Kay ’yı... Suçlu değil ki... Bence gazete kendini aklamalı. 1993 yılında bu konserin olduğunu söylüyorlar. 1999 yılına kadar saklıyor. Hatta 1994’te Ahmet Kaya’ya bir de ödül veriyor, taçlandırıyor, bu belgeye rağmen, onun ‘vatan haini ve bölücü’ olduğunu bilmesine rağmen ödül de veriyor. Sonra çıkıp “Bir de böyle resim vardı” diyor... Nedir bu ya?

“Bazı şeylere sahip olmak ağır bedellerden geçiyor” demiştiniz. O bedellere rağmen bir ilerleme var mı?

Hâlâ bir ilerleme olduğunu düşünmüyorum. Hâlâ Hrant’ın katilleri Rakael’in gözünün içine baka baka dalga geçebiliyorlar. Ahmet Kaya’nın linçinin tarafları göğüslerini gere gere dolaşıyorlar. Hiç sorgulamıyorlar bile. O yüzden bana gelişmeden bahsetmeyin. Gerçek demokrasilerde bedel ödenmez ki.

O gece Ahmet Kaya’ya küfür edenler sizinle hiç irtibat kurmak istediler mi?

O linçe ortak olanların sadece benden özür dilemesinin bir önemi yok ki. Ben sadece Ahmet Kaya’yı sevenlerden biriyim. Benim eş olma özelliğimi atalım bir tarafa. Serdar Ortaç’ın benden özür dilemesi benim için hiçbir şey ifade etmez. Hele onun bunu gizli kapaklı yapmasının hiç mi hiç anlamı yok. Korkakça, ürkekçe... Serdar Ortaç eğer samimiyse özründe, çıkacak herkesin gözünün önünde, Ahmet’i seven herkese karşı yapacak. Bu ülkede Ahmet Kaya’yı seven milyonlarca insan var. Onlardan dilesin özrünü. Bu hesaplaşmayı kamusal alanda yapsın. O zaman saygı duyarım.

Bir gün Ahmet Kaya’yı nasıl bir başlıkla görmek istersiniz?

Bu konuya Ahmet Kaya açısından değil, daha genel açıdan bakmak isterim... Onun bir tanımlaması vardı; “Ben gerçekten tam bağımsız demokratik bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum, bunu özlüyorum” derdi. Bu tanımlama kelimesi kelimesine ona ait. Onun özlediği ülke böyle bir ülkeydi. Eğer bir gün bu ülke öyle bir ülke olursa ben Ahmet Kaya adına da, kendi adıma da “Şimdi kendimi iyi hissediyorum” diyebilirim. “Ahmet Kaya şahsında ne olur?” derseniz de bu tanımlamadan soyutlayamam onu. Çünkü, her şey bu tanımın içinde. Tam bağımsız ve demokratik bir ülkede herkes kendi dilinden şarkılar söylüyor olacak. Herkes kendi kültürünü, kendi siyasi tercihlerini yaşayacak olacak. Gerçekten şiddet çözümün dili olmayacak o zaman. “Ahmet Kaya getirilsin, Türkiye’de olsun” en son ilgilendiğim şey. Çünkü kendini dünya vatandaşı olarak da hisseden bir insan için bunun çok önemi olduğunu sanmıyorum. Yani toprak, topraktır sonuçta. Hele şu anda hiç böyle bir düşüncem yok. Bir kere o sayfayı açık tutmak adına öyle bir düşüncem yok. Ahmet, Père-Lachaise’de olmayı hak etmiş bir insan bence. Jim Morisson’un da komşusu olması Ahmet adına bana iyi geliyor. Roll dergisi bir yazı yazmıştı; “O güzel üçgen” diye... Jim Morrison, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya... O komşuluk bana daha güzel geliyor. Bunlar muhalif insanlar, Paris komünarlarının olduğu bir yerde olmanın onların ruhuna iyi geleceğini düşünüyorum.

Son olarak 16 Kasım’dan bahsedebilir misiniz?

Her sene 16 Kasım’da Paris’te oluyoruz. Dünyanın her yerinden insanlar geliyor. Père-Lachaise’de üç kişinin başı çok kalabalık oluyor. Jim Morrison, Yılmaz Güney ve Ahmet... Görevliler en çok bu üç kişinin yattığı yeri tarif ediyor. Bu çok değerli geliyor bana. Hem 16 Kasım’da hem de diğer zamanlarda onların yalnız kalmaması beni çok sevindiriyor. Hiçbir zaman baş başa kalamıyorum Ahmet’le, hep birileriyle paylaşıyorum. Onun için Père-Lachaise kapanmadan hemen önceki saati ya da sabahın erken saatlerini tercih ediyorum ki yalnız kalabileyim onunla. 16 Kasım’da her yerden geliyorlar sağ olsunlar. Paris’teki dostlarımız geliyor. Paris Kürt Enstitüsü anma toplantısı organize ediyor. Paris’te Kürtlerin açtığı Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi var. Onlar anma toplantısı yapıyor. Oradaki sivil toplum kuruluşları geliyor. Fransızlar geliyorlar, çok şiirsel buluyorlar o evini. Kalabalık oluyoruz ama sonrasında ben gidip onun çok sevdiği Barış Kahvesi’nde çok sevdiği şarabı içmeyi tercih ediyorum, o da bana iyi geliyor.

Yeni albümler, yeni projeler var mı?

Ahmet’in bu yıldönümü için hazırladığımız albüm yeni çıktı. Ahmet Kaya şarkılarını Simge söylüyor. Simge, Ahmet’in yeğeni ve kamuoyu onu Popstar yarışmasından tanıyor. Çok iyi bir kadın vokal ve güçlü bir sesi var. Sesine, yorumuna güvendiğim, bizim şarkıların altından kalkabileceğini düşündüğüm için onu seçtim. Bir kadın sesinden Ahmet Kaya şarkıları projesi her zaman aklımızda olan bir şeydi. Ahmet yaşarken de böyle bir proje vardı aklımızda. Ahmet, çok hızlı üreten birisi olduğu için unuttuk bu projeyi. Bunu tekrar kendi gündemime aldığımda “O kadın sesi kim olabilir?” diye düşündüm. Çünkü bu şarkılar söylemesi çok zor şarkılar. O bakımdan bu şarkıların altından kalkabilecek, hem bu şarkılara inanabilecek hem Ahmet Kaya’yı algılamış olacak hem de güçlü bir yorumcu olacak. Bütün bunları düşündüğümde Simge’de karar kıldım. Ona bu teklifi yaptığımızda hem şaşırdığını hem de çok sevindiğini söyledi. Şarkıları çok iyi yorumladı. Albümün prodüktörlüğünü ben yaptım. Simge’yi çok özgür bırakmadığımızı söyleyebilirim. Çünkü Ahmet’in çok gelenekselci dinleyicisi var o konuda. Onların kulağı Ahmet Kaya’ya çok alıştığı için, dayısına paralel bir yol izledik ki “Şarkılar niye böyle oldu?” dedirtmeyelim.

‘Dinle Sevgili Ülkem’ gibi başka saygı albümleri olacak mı?


Böyle bir talep var ama bu bir saygı albümü; zaten ne kadar yaparsanız eksik kalabilir. Çok sık yapılacak şeyler değil. Diyelim ki bir daha yapacak olsam Mor ve Ötesi söylesin isterim. Ama yakın zamanda düşünmüyorum. 10 yıl sonra süreci tekrar hatırlatmak adına tekrar yapılabilir belki. Ama bunu ticari bir yerden söylemiyorum. Bu şarkılara inandığım için söylüyorum. Çünkü bugün 10 yaşında olanlar 10 yıl sonra 20 yaşında olacaklar. Bu şarkılarla tanışmalarını istiyorum. Bunun da yolu artık mikrofonumuz olmadığı için başka taşıyıcı mikrofonlardan geçer. Ama bu sadece bir ihtimal. Ben o enerjiyi bulabilir miyim bilmiyorum. Yoruldum açıkçası. Bu sekiz yıl yorucu geçti. Ahmet de bana kızıyordur şimdi “Bir sakin ol, bir dur” diyordur. Dünyadan ayrılan çok az insanın, yokluğunda bu kadar kısa sürede, bu kadar şey üretilmiştir diye düşünüyorum. Belki de yoktur. Ölen yıldızların ardından yıllar sonra ortaya çıkan küçük bir kayıt bile müthiş heyecana sebep oluyor. Ama biz öyle yapmadık. Elimizde ne var ne yok hemen paylaştık sevenleriyle; o bakımdan bir örneği yoktur. Her şeyi de sunamıyorsunuz. Empati duygum orada da devreye giriyor. Neyi yapmak ona iyi gelirdi diye düşünüyorum. “Şimdi buna gülüyordur”, “Şimdi huzur duyuyordur” diye düşünüyorum. Mesela bazı kayıtlar var ama tamamlanmamış şeyler. Onun da henüz tamamlanmamış bir şeyi paylaşmak ne kadar doğru olur bilmiyorum. Çok üreten biri olduğu için yapıp unuttuğu şeyler vardı. Dolayısıyla belki şöyle değerlendirilir: Tamamlanır ama bir başkası okur. Yeniden bestelenebilir, yarım kalan bestenin üzerine gidilebilir. Ona ruh katacak doğru bir mikrofon bulabilir miyiz bilmiyorum açıkçası. Bu sadece bir ihtimal.

Röportaj: Hasan Cömert
15 Kasım 2008 / NTVMSNBC


Cevapla

“Röportajlar” sayfasına dön