Linç Yanı Başımızda!

Beğendiğiniz veya eleştirdiğiniz yazılar
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray
Linç Yanı Başımızda!

Mesaj gönderen Siyabend » 15 Kas 2008 23:51

12 Şubat 1999, yakın geçmişimizin en hazin olaylarından biridir; ama sadece hazin değil, aynı zamanda travmatik bir olaydır bana göre. Sevgili Ahmet Kaya’nın, Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde linç girişimine maruz kalmasından söz ediyorum. Biliyorsunuz, linç o gecede kalmadı; dalga dalga yayıldı. Sonunda memleketi terk etmek zorunda kaldı Ahmet Kaya. Benliğini kuşatan kocaman bir hasret, sesinin her teline yansıyan derin bir hüzün ve yüreğinin zulasına çöreklenen bir kırgınlıkla göçtü gitti bu dünyadan.

O meşum linç gecesinin üzerinden neredeyse on yıl geçti. Ama o gecenin hiçbir aktörü ve bu memleketin umumi ammesi, bu travmayla yüzleşmeye yanaşmadı. O utancın aslî faillerini ve bir millî görev edasıyla linçe katılan diğer zavallıları bir kenara bırakabiliriz. Linçi o salonun dışına çıkarıp bütün ülkeye yayan medyanın geçmişini de sonrasını da iyi bildiğimiz için, oralardan da bir yüzleşme çıkmasını beklemiyoruz. Beni en çok etkileyen, o salonda bulunanlardan hiçbirinin, yatıştırmak amacıyla bile olsa en ufak bir müdahalede bulunmamış olmalarıdır. Oysa onların bir kısmı, o lincin ardında yatan zihniyet tarafından başka bir vesileyle kolayca linç edilebilecek insanlardı; başka bir kısmı ise, o zihniyetten rahatsızlık duyduklarını bildiğimiz insanlar. Asıl merak ettiğim, bunların olan bitenlerle sonradan nasıl baş ettikleridir. Sözünü ettiğim bu insanların o günkü davranışlarını açıklayabilecek pek çok gerekçe bulunabilir; bu gerekçeler arasında insanî nitelikte sayabileceklerimiz de yer alabilir. Lakin bütün bunlar, yüzleşilmeyen her travma gibi, bu travmanın da ruhları bir yerlerinden esaret altında tutmaya devam ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik esir alınan, sadece o insanların değil, bütün bir toplumun ruhudur. Nitekim bu toplumda ondan sonra da çok sayıda linç girişimi yaşandı. Hatta Ahmet Kaya’yı dinlemek veya onun fotoğrafını taşıyan tişörtler giymek bile, bir linç girişimi sebebi oldu.

O gün o linç ayininin o pervasızlıkla sahnelenebilmesi de, önceki ve sonraki bütün linç girişimleri de, ancak o ortamlarda itiraz edecek kimsenin bulunmaması ya da kimsenin itiraz edecek cesareti göster(e)memesi sayesinde mümkün olabilmiştir.

Bütün bunlar, bana Zygmunt Baumann’ın “Yahudi soykırımı”ndan hareketle yaptığı çarpıcı ve son derece isabetli tespitleri hatırlattı. Basitleştirme riskini de göze alarak, Baumann’ın söylediklerini şöyle özetleyebilirim: En büyük vahşet olayları, ancak tektipleştirilmiş ortamlarda, en ufak bir itirazın dile getirilemeyeceği şartlarda gerçekleştirilebilir. Normal yaşamlarında vicdanlı ve ahlaklı diyebileceğimiz insanlar, ancak bu şartlarda birer saldırgana, giderek caniye dönüştürülebilir.

Baumann, bu görüşlerini desteklemek için ünlü Milgram deneyine de başvurur. Buna göre, “Milgram deneylerinin tümünden çıkan en belirgin sonuca göre, ahlaksal yönden normal insanların ahlaksal yönden anormal etkinliklere katılmasına karşı en iyi koruyucu ilaç çoğulculuktur”; yani itiraz edecek insanların varlığıdır.

Bugün bunları yazmamın çok somut bir sebebi var. TRT2’de Cumartesi akşamları yaptığım “Demokrat” programından sonra, konuğumla dostlarımın işlettiği çok hoş bir meyhanemsi lokantaya gideriz. Bu haftaki konuğum, Erol Katırcıoğlu’ydu; birlikte oraya gittik. Çok özel bir ekip, çok güzel müzik yapar o akşamlarda. Bu dostlarım, bir süre önce repertuarlarına “Lili Marleen” şarkısını da katmak istediler; ama bir tereddütleri vardı; şarkı Nazilerle anılıyordu. Beni arayıp, şarkının hikayesini sordular. Bildiğimce anlattım ben de. O şarkının, İkinci Dünya savaşı’nda karşı cephelerde savaşan Alman askerlerinin ve Yugoslav partizanlarının ortak tutkusu bir aşk şarkısı olduğunu vurguladım. Bende derin izleri olan bu şarkının repertuara alınmasına çok sevindiğimi ifade ettim. Ayrıca “Lili Marleen” adını taşıyan, sözleri Attilâ İlhan’a ait Türçe bir şarkının bulunduğunu ve Ahmet Kaya’nın bunu pek güzel söylediğini ekledim.

Dostlarım, onlara anlattığım hikâyeyi, bir Cumartesi akşamı, meyhanedeki konuklara da anlatmamı istediler benden; memnuniyetle kabul ettim.

Dün gece, şarkıcı arkadaşım, sıra “Lili Marleen”e gelince, beni hikayeyi anlatmak üzere sahneye davet etti. Ben de kısaca anlattım ve sözlerimi bitirirken, “rahmetle andığım” Ahmet Kaya’nın, aynı adı taşıyan bir Türkçe şarkıyı pek güzel söylediğini, ilgi duyanlar olursa, bunu da dinleyebileceklerini söyledim.

Bitişiğimizdeki masada, yaşları 25 – 30 arası olan 7 – 8 kişilik kadınlı, erkekli bir grup oturuyordu. Ben masama döndükten kısa bir süre sonra, son derece “çağdaş görünümlü” genç bir kadın ayağa kalkarak bana doğru bağırmaya başladı. Aşağı yukarı şunları söyledi: “Biz Türk’üz ve Türklerin bulunduğu bir yerde Ahmet Kaya’dan söz edemezsiniz, onu rahmetle anamazsınız.” Sonra masanın yine “çağdaş görünümlü” genç erkekleri devreye girdiler; Ahmet Kaya’ya küfürler, bana da hakaretler yağdırmaya başladılar, üzerime yürüdüler. Sakin durmaya çalıştım; galiba bunu çok büyük ölçüde de başardım. Onlara bakmasam da, onları dinlemesem de, sürekli “biz Türk’üz” ile başlayan hiddetli konuşmalar yaptıklarını duyuyordum.

Meyhane sahibi dostlardan biri ve meyhane çalışanları, bu öfkeli gençleri yatıştırmak için çabaladılar; onlardan özürler dilediler. Sonunda, damarlarına ırkçılık mikrobu girmiş “temiz yüzlü, özgün giyimli, çağdaş Cumhuriyet çocukları” tehditler savurarak gittiler.

Olay, en az 20 – 25 dakika sürdü ve fakat biz meyhaneye girerken beni selamlayanlar, o kısacık konuşmayı bitirdikten sonra alkışlayanlar dahil hiç kimse, o çirkin ırkçı gösteriye karşı en ufak bir itiraz göstermedi. Aradaki kısa konuşmalardan, orada bulunan 25 civarında insanın en azından bir kısmının, olaydan rahatsız olsalar bile, olayın sebebi olarak beni gördüklerini anladım.

Sevgili dostum Erol Katırcıoğlu, şaşkınlık ve üzüntü içinde, bu anın, Türkiye’nin ruh halini özetleyen mikro bir örnek olduğunu ve tarihe kayıt düşülecek kadar önem arz ettiğini söyledi. Ben de öyle düşünüyorum ve soruyorum: “Çağdaş Cumhuriyet çocukları”nı, her farklılığa ve her farklıya ırkçı bir nefretle yaklaşacak kadar zehirleyen bu ortamla ne zaman yüzleşilecek? Bu şartları sürekli besleyen “çağdaş cumhuriyet” elitleri ve siyasetçileri, ne zaman aynaya bakmaya yanaşacaklar?

Bu konularla ilgili epeyce yazı yazdım; hemen hepsinde de “çok geç olmadan” diye uyarıda bulundum. Şimdi dilimde buruk bir acı, içimde koyu bir hüzünle, kendi kendime soruyorum: “Acaba artık çok mu geç?”


Mithat Sancar
13 Ekim / Birgün Gazetesi


Cevapla

“Köşe Yazıları” sayfasına dön