Talabani'nin Süleymaniye şifreleri

Beğendiğiniz veya eleştirdiğiniz yazılar
Cevapla
Kullanıcı avatarı
Siyabend
Belawela Muhtarı
Belawela Muhtarı
Mesajlar:19658
Kayıt:15 Eki 2006 12:05
Ruh Hali:Mutlu
Cinsiyet:Erkek
Burç:Kova
Takım:Galatasaray
Talabani'nin Süleymaniye şifreleri

Mesaj gönderen Siyabend » 24 Mar 2007 12:24

“Ben de oradaydım...” Tarihi, unutulmaz anlarda doğru yerde, doğru zamanda bulunmuş olanlar, böyle bir şansı bu iki sözcükle ifade ederler. 14 Mart 2007 günü ben Süleymaniye’deydim. “Ben de oradaydım” sözcüklerinin geçerli olabileceği bir gün ve yerdi Süleymaniye. O gün, orada yaşayanların söylediklerine göre Kürdistan topraklarında bugüne dek görülmemiş bir insan kitlesi, 25 Şubat gece yarısı ansızın Amman’da hastaneye taşınan liderlerini, Irak’ın tarihindeki seçilmiş tek cumhurbaşkanını karşılamak için Süleymaniye’yi tıka basa doldurmuş, büyük kalabalıklar Süleymaniye’ye sığmamış, kara yollarına taşmıştı.

Yetkililerden, sokaktaki isimsiz bireylere dek herkesin kendisinden söz ettiği adıyla “Mam Celal” yani Celal Talabani, üç haftaya yaklaşan ülke toprakları dışındaki tedavisinden yurduna döndü. Irak’ın başkenti Bağdat’a değil, Amman’a taşındığı, siyasi gücünün kaynağı, en büyük kitlesel tabanına, Süleymaniye’ye.

Erbil’e ayak bastıktan yarım saat sonra kendimi karşısında bulduğum Parlamento Başkanı Adnan Müfti’den, Celal Talabani’nin ertesi gün Amman’dan Süleymaniye’ye döneceğini, kendisinin de görüşmemizin ardından Süleymaniye’ye yola çıkacağını işitince, Süleymaniye yoluna düştüm.

Erbil’den iki saat ötedeki Süleymaniye’ye, Talabani’nin doğum yeri Köysancak üzerinden, Kürdistan bölgesi toprakları üzerinden giderken Dukan’dan Süleymaniye’ye kadar yaklaşık 40 kilometrelik yolda hareket etmek imkânsızlaşmıştı. İstanbul trafiğinden farkı yoktu. Araba plakaları, Erbil, Kerkük, Diyala, Selahaddin gibi Kürtlerin yaşadığı ve bazıları Kürdistan Bölge Yönetimi dışında da yer alan çeşitli Irak vilayetlerinden insanların Süleymaniye ve havaalanına aktığına işaret ediyordu.

Süleymaniye Havaalanı'nın VIP salonu, Kürt liderleriyle tıka basa dolmuştu. Kimisi 1960’lardan, 1970’lerden Celal Talabani’nin silah ve mücadele arkadaşları, ömürlerini dağlarda tüketmiş eski savaşçılar, yeni yetkililer; kimisi Neçirvan Barzani gibi Kürdistan Bölge Yönetimi’nin genç başbakanı gibileri. Bir başka ilginç görüntüyü, VIP salonunun bir odasını dolduran, başlarında kefiyeleri, üzerlerinde yerlere kadar uzanan abayalarıyla Sünni Arap aşiret reisleri. Onlarla da el sıkıştık. Tahmin ettiğim gibi Kerkük bölgesinin Hamdani, Cubburi ve Ubeyd gibi büyük Arap aşiretlerinin liderleri.

Talabani’yi getiren uçak, Türkiye’den bir saat ilerde bulunan Irak saatiyle 15.30’da piste tekerleklerini değdirdi. Uçağın duracağı noktaya yakın bir yerde bir platform kurulmuş ve onun önünde bir şeref kıtası yerini almıştı. Talabani’yi uçağın merdivenlerinde, Mesut Barzani ülke dışında bulunduğu için ona vekâlet eden, Talabani’nin silahlı mücadele yıllarındaki kuvvetlerinin komutanı Kosrat Resul karşıladı. Her ikisi platformun üzerine çıktılar. Protokolü selamladılar ve bandonun çaldığı kulağımıza aşina, 1970’lerden kalma bir Kürt marşının eşliğinde, iki bayrağın, Irak ve Kürdistan bayrağının altından geçerek şeref kıtasının önünden geçtiler. Aprona dizilmiş “dostlar”la kısa bir hasret gidermenin ardından, Talabani, salonda birkaç dakika kaldı. Havaalanından çıkarak, kendisini beklemek için kilometrelerce uzanan yola dizilmiş ve Süleymaniye’nin her yerini doldurmuş insan seline doğru yol aldı. Süleymaniye girişinde, iki dilde Kürtçe ve Arapça çılgınca tezahürat yapmakta olan halka kısa ve duygusal bir teşekkür konuşması yaptı. Karanlık bastığında Süleymaniye, birdenbire bir “baba figür” haline dönüşmüş olan “Mam Celal”in, yani “Celal Amca”nın dönüşünü havai fişek gösterileriyle kutlamaya devam etti.

Süleymaniye’den Erbil’e Kerkük üzerinden döndüm. O yoldan gidip gelirseniz de Süleymaniye ile Erbil arası iki saat. Kerkük’ten Erbil yönüne gitmek için şehrin Kürt semtlerinden geçmek zorundasınız. Türkmenler, daha ziyade şehir merkezinde, güney ve kuzeybatı yönlerindeler. Araplar ise daha ziyade güney, güneybatı ve batı yönlerinde. Kerkük’ün Süleymaniye’ye bakan doğu ve Erbil’e bakan kuzey yönü, büyük çoğunlukla Kürt. Ve Kerkük’ün Kürt semtlerinde ön camlarına Talabani posterleri yapıştırılmış, açık yan camlarından Kürdistan bayrakları dalgalandırılan arabalar Celal Talabani’nin hastalıktan ayağa kalkması ve ülkesine dönmesi nedeniyle sevinç gösterileri yapıyorlardı.

Bir yandan onları izlerken, bir yandan da gün boyu çok miktarda zihnimize sunulan “sembolizm” üzerinde düşüncelere dalıyorum.

Erbil-Köysancak- Süleymaniye, Süleymaniye-Kerkük, Kerkük-Erbil arasında pek az yerleşme merkezi dikkatimi çekiyor; buralardan her geçişimde olduğu gibi. Sebebini öğrenmek çok zor değil. Saddam rejimi buralarda yaşayan halka yönelik soykırım kampanyaları yürüttü. En şiddetlisi 1988 yılındaki Anfal kampanyasıydı ve sadece o kampanyada Kürtler 180 bin insan kaybettiler. Yerleşim merkezleri haritadan silindi. Yani, çok acılı ve çileli bir halkın hüzünlü toprakları buraları.

73 yaşındaki Celal Talabani’nin ölümünden duyulan korkunun ve kaygının şiddetiyle geri dönüşünden duyulan sevinç ve coşku doğru orantılı. Celal Talabani, Irak Kürt halkı için mücadele geçmişlerini hatırlatıyor. “Irak Cumhurbaşkanı” sıfatıyla bugünlerinin ve aynı zamanda yarınlarının sigortası. Celal Talabani, Kürtlerin geçmişleriyle gelecekleri arasındaki en anlamlı cismani bağ.

Aynı zamanda, Irak’ın zaten son derece kırılgan olan etnik-mezhebi yapısının da denge noktası. Araplar ve Kürtler arasında. Sünniler ve Şiiler arasında. Hatta, Türkmenler ile diğerleri arasında. Hatta hatta, “solcu” geçmişinin sağladığı ideolojik tortu ile Iraklı Hıristiyanlarla diğerleri arasında. “Ortadoğu siyaset piyasası”nda hâlâ tedavülde kalan onun kadar tecrübeli ve kıdemli bir siyaset adamı yok. Nasır’dan bugünkü Ürdün Kralı Abdullah’ın kendisi ve babası Kral Hüseyin’e, Mao’dan bugünkü Çin liderlerine, Bush’tan Chirac’a bugünün Batılı liderleriyle aynı kolaylıkla el sıkışabilmiş bir başka uluslararası siyaset adamı, günümüz sahnesinde mevcut değil.

Kendisi için sık sık dile getirilen “kaypaklık”, “kıvraklık” hatta “dansözlük” gibi olumsuz kavramları, sadece kendisi için değil, Irak Kürtleri açısından ve giderek tüm Irak’ın birliği ve toprak bütünlüğü için bir “artı”ya dönüştürebilmiş olağanüstü ilginç bir kişilik o. Uluslararası siyasetin kaotik sahnesinde, çetrefilli güzergâhında, onun kadar dikkat çeken ve itibar gören bir Kürt olmadığı için, Kürtlerin “medar-ı iftiharı” da sayılabilir.

O yüzden, onun Süleymaniye ile dramatik bir episodun ardından buluştuğu o anda, havaalanı pistinde bulunmak “Ben de ordaydım” duygusunu yeterince güçlü biçimde yaşatabildi.

Ama “olay”ın bir başka ve biz Türkiye’dekilere anlatması gereken daha da önemli bir yanı söz konusu. 14 Mart 2007 günü Süleymaniye’de tanık olduğumuz görüntüler ve Kerkük’ten Erbil’e ve ötesine yayılmış kolektif ruh hali, bir “ulusun doğmuş olduğu”nun itiraz götürmez işaretiydi. Bir güçlü “varoluş” ifadesi. Türkiye’nin hemen burnunun dibinde, yanı başında. Celal Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı sıfatına ve bu sıfatın gereğini yapmak için gösterdiği tüm özene rağmen, Amman’daki hastaneden çıkar çıkmaz kendisini Süleymaniye’nin kucağına atması, “Ben Irak Cumhurbaşkanı olmadan önce Kürt’üm; Kürt olduğum için Irak Cumhurbaşkanı oldum. Öncelikle de öyle kalacağım” manifestosuydu.

Erbil, Kürtleşmiş bir şehir ama tarihi Türk olan Kerkük, Kürtlerin yaşadığı, ağır bastığı ama kimlik olarak Kürt olmayan şehirler. Süleymaniye, hep bir Kürt şehriydi. Osmanlı döneminde de. 1920’lerde Kürt ulusal hareketinin merkeziydi. Hep Irak Kürtlerinin kültürel merkezi olageldi. Hep Kürt şehriydi. Hep öyle kaldı. Ve Celal Talabani, ölümle en son flörtünün ardından yaşama dönmek için Süleymaniye’yi seçti. Bunun “sembolizmi”ni herhalde uzun uzun anlatmaya gerek yok.

Süleymaniye’den, Erbil’den Türkiye’ye bakış ve yapılan değerlendirme ile Türkiye’nin buralara bakışı ve değerlendirmesi arasında dağlar kadar fark var. Kuzey Irak, Türkiye için sürekli bir tedirginlik kaynağı, güvenlik tehdidinin doğduğu bir coğrafya olarak algılanıyor. Türkiye’nin bildiği, Türkiye’de anlatılan Kuzey Irak, Kuzey Irak’ta yok. Lider kadroları, Türkiye’ye bugünün konjonktürünün ötesine geçerek “stratejik derinlik”leri olarak bakıyor. Türkiye’deki söylemden ötürü kaygılı ama aynı zamanda “stratejik algılamaları”nın sonucu olan saygılı bir bakışları var.

Sokaktaki halk için ise Türkiye, onların gündelik ekonomik hayatlarının tam merkezinde. Kuzey Irak’taki ekonomik faaliyetin, müteahhitlik hizmetlerine, akaryakıt ve gıdaya, giyim eşyalarına ve enerji sektörüne kadar uzanan çeşitli alanlarının yüzde 85’inde “Türkiye damgası” mevcut.

Peki, sorun nerede?

Lider kadroları açısından, sorun, Türkiye’nin kendilerini algılama tarzında. Parlamento Başkanı Adnan Müfti, “Mesut Barzani, çok kaygı duyuyor. Ona göre PKK, Kerkük falan; Türklerin asıl meselesi buralarda değil, bizi tanımak istemiyorlar. Burasının federal bir yapı olmasını, isminin Kürdistan olduğunu kabul etmek istemiyorlar diyor. Kanaati böyle” diye Kürt liderlerin ortak kanaatini dillendiriyor.

Edip Başer’in birkaç gün önce, bir televizyon kanalında söylediği, “Bizim için asıl sorun PKK, Kerkük değil, Kürdistan oluşumudur” mealindeki sözlerini, bu kanaatlerinin doğrulanması olarak görüyorlar. Edip Başer’in açıklaması, burada hayli yankılanmış.

Ama Kenan Evren’in ve Ali Şen’in açıklamaları da. Kuzey Irak’ın “radar ekranı” da Türkiye’nin Kuzey Irak’a olduğu kadar, Türkiye’ye dönük...


Cengiz Çandar


Cevapla

“Köşe Yazıları” sayfasına dön